AKP´nin seçim hilelerine Sosyal Psikolojik Otopsi ile bakış!

“Sağcılığın ve Solculuğun Psikolojisi: Farklı Dünyaların İnsanları”

„Sağcılığın ve Solculuğun Psikolojisi: Farklı Dünyaların İnsanları” adlı eserin yazarlarından Sinan Alper Medium’da kaleme aldığı analiz  14. Mayıs ve 28. Mayıs seçimlerini  dikkat çekici ve farklı bir boyuttan ele alarak „Sağcılar, solculara kıyasla, dünyayı daha tehlikeli ve öngörülemez bir yer olarak algılarlar.“  diyerek Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan karşısında seçimi kaybetmesinin adeta psikolojik otopsisini çıkardır.

„Seçim dönemi kapandı. Birçok insan için sonuçlar sürprizdi ama herkes bunun aslında son derece öngörülebilir olduğunu, nasıl da aylar önce Kılıçdaroğlu’nun kesinlikle kaybedeceğini öngördüklerini anlatmakla meşgul. Bir olayı olduktan sonra, post-hoc açıklamak kolaydır, millet olarak da en sevdiğimiz aktivitelerden biridir.“ diye yazan Sinan Alper yazısına , „Ancak bu tarz açıklamaların sorunu, öne sürdüğümüz açıklamanın gözlemlediğimiz sonucun (seçim sonucunun) gerçek sebebini açıklayıp açıklamadığından hiçbir zaman emin olamamamızdır. O yüzden açıklamanızın daha güvenilir olması için, sonucu olaydan önce, a priori öne sürmeniz; bir şeyleri henüz yaşanmadan tahmin etmeniz gerekir.“ diye devam etti.

Sinan Alper’in dikkat çeken analizinden bir kısmı şöyle devam ediyor: 

Ben, yazının sonunda değineceğim bir sebeple, sonucu öngöremedim. Kılıçdaroğlu’nun ilk turda kazanamayabileceğini ama kesinlikle önde bitireceğini düşünüyordum; birçok anket firması da bana katılıyordu.

Ancak yine de aşağıda vereceğim açıklamaların güvenilir olduğu konusunda sizi ikna edebilecek bir ayrıntım var: Biz 2020 yılında bunun kitabını  Nobel Yayın’da yazmıştık.

“Sağcılığın ve solculuğun psikolojisi: Farklı dünyaların insanları”

Doç. Dr. Onurcan Yılmaz’la  beraber yazdığımız, “Sağcılığın ve Solculuğun Psikolojisi: Farklı Dünyaların İnsanları” isimli kitabımız 2020 Mart ayında çıktı. Daha henüz pandeminin bile tam olarak farkında değildik ilk çıktığında. Üzerinden epey zaman geçti, kitap dördüncü baskısında. Ancak anlattıkları günümüzle yakından ilişkili.

Kitabı iki cümleyle şu şekilde özetleyebiliriz:

  • Sağcılar, solculara kıyasla, dünyayı daha tehlikeli ve öngörülemez bir yer olarak algılarlar.
  • Gelenekçilik, otoriteye itaat, korku ve kaygı duymaya meyilli olmak, farklı insan gruplarına karşı mesafeli olmak gibi muhafazakarlıkla ilişkili özellikler, gerçekten tehlikeli olan bir dünyada işe yarayacak özelliklerdir.
  • Dolayısıyla, tehlike ve öngörülemezlik arttıkça sağcılık artar, artması da kendi içinde mantıklıdır; zira tehlikeli bir dünyada hayatta kalmayı sağlayacak adaptif tepkiler geliştirmenizi sağlar.

Korkmayın, bu yazıda kitabı anlatmayacağım. Bu seçime özel, bağımsız bir akış sunacağım. Ama anlatacağım şeylerin çoğunun ana teması, kitabın ruhuyla önemli ölçüde örtüşüyor.

Şimdi geçelim sosyal psikolojik otopsiye. Bu seçim niye kaybedildi, sosyal psikoloji kuramlarıyla açıklamaya çalışacağım. İlginç bir örnekten başlayayım.

  1. “Bunlar LGBT’ci…”

28 Mayıs akşamı, seçim sonuçları netleştikten sonra Recep Tayyip Erdoğan, Kısıklı’da halkın karşısına çıktı. Unutmayın, henüz daha balkon konuşması bile yapılmamış; kazanılmış seçimden sonra yapılan ilk konuşmadan bahsediyoruz. Erdoğan, konuşmasında şu sözleri kullandı:

Bu CHP LGBT’ci midir, bu HDP LGBT’ci midir, bu İyi Parti LGBT’ci midir, yanındaki o bazı ufaklıklar var onlar da LGBT’ci midir? Peki AK Parti’ye LGBT sızabilir mi? Cumhur İttifakı’nın diğer üyelerine sızabilir mi? Bizde aile kutsaldır.

Ne alaka, değil mi? Neden ilk bahsedilen şeylerden biri bu olsun? Üstelik bu iftira atılan partilerin hiçbiri seçim sürecinde LGBT’ye dair bir şey gündeme getirmedi.

Tabii bu tekil bir vaka değildi. Tüm seçim dönemi boyunca AKP’li siyasetçiler  ve Erdogan LGBT konusunu defalarca gündeme taşıdılar. Sanki bu toplumda tartışılan sıcak konulardan biriymiş gibi, konuyu ısrarla buraya çektiler.

Lafı uzatmayacağım. Buradaki taktik belli. Toplumun önemli kısmı eşcinselliğe soğuk yaklaştığından, muhalefeti LGBT ile ilişkilendirerek bir çeşit karalama kampanyası yürütüldü. Özellikle bu konunun seçilmesi de tesadüf değil. Eşcinsellik, maalesef toplumun önemli bir kısmının gözünde bir çeşit ahlaksızlık. Konunun cinsellikle alakalı olması ise ahlaksızlığı turbo moduna geçiriyor. Nitekim, bazı araştırmacılara göre, dinlerin başarılı olarak yayılmasını sağlayan en önemli faktörlerden biri, cinsel hayata sınırlamalar getirmeleri. Cinsellikle ilgili normların dışına çıkan bir iddiada bulunduğunuzda akan suların durması garip değil yani. Evrimsel bir geçmişi var.

Lafı uzatmayacağım dedim ama yine uzadı. Özetin özeti: Erdoğan LGBT üzerinde karşı taraf ahlaksız ve bu yüzden onların hiçbir dediğine güvenemezsiniz demek istiyorlar. Evrimden devam edelim ve bu konunun neden son derece önemli olduğundan bahsedelim.

2) Belki yetkinsin ama yeterince sevecen misin?

Sosyal psikolojide Kalıpyargı İçerik Modeli isimli bir kuramsal model var. Buna göre, insanlar kalıpyargılarını (belli gruplara dair genelleştirilmiş inançlarını) iki farklı boyutta kurgularlar: Sevecenlik ve yetkinlik. Sevecenlik boyutu, bir insanın (veya grubun) ne kadar güvenilir, uyumlu, dürüst, iyi niyetli olduğuna dairdir. Yetkinlik ise becerikli, çalışkan, zeki olmaya dairdir. Bu modele göre, evrimsel geçmişimiz boyunca, bu iki boyuta dikkat etmek bizim oldukça işimize yaramıştır. İlk defa karşılaştığımız insanların sevecenliğine bakarak o kişilerin bize zarar verip vermeyeceğini; niyetlerinin iyi mi kötü mü olduğunu anlamaya çalışırız. Yetkinlik boyutu ise, niyetlerini uygulamaya geçirme potansiyelleri hakkında bize bilgi verir. Biri iyi niyetli ama oldukça beceriksizse işimize yaramayacaktır. Hem kötü niyetli hem de becerikliyse yandık demektir.

İki boyut var ama biri diğerinden daha önemli. Sevecenliğin önceliği var, çünkü yetkinlik değerlendirmemiz tamamen sevecenlik algımıza bağlı. Eğer birini soğuk bulduysak, o kişinin çok zeki ve becerikli olması bizim için tehdit olacatır. Ama eğer sıcak bulduysak, kendimize çok güvenilir ve işe yarar bir müttefik bulduk demektir. Dolayısıyla en baştaki sevecenlik algımız, tüm süreci etkilemektedir.

Dönelim Kılıçdaroğlu’na. Kılıçdaroğlu, kampanya boyunca yetkinliğini ispatlamak için oldukça uğraştı. Bilim, eğitim, ekonomi, dış ilişkiler gibi birçok konuya hakim olduğunu göstermek için çok sayıda içerik üretti, projelerini paylaştı.

Peki Erdoğan AKP MHP tarafı ne yaptı?

Kılıçdaroğlu’na LGBT’ci dediler. Daha da önemlisi ve hepimizin malumu olduğu üzere, PKK’lı dediler. Bu iki anahtar sözcük, herhalde Türkiye halkının çok çok büyük bir çoğunluğunu tetiklemeye yetiyordur. Özellikle PKK’yla sizi ilişkilendiren ithamlar üzerinize yapıştıktan sonra artık iyi bir insan (“sevecen”) olduğunuza dair insanları ikna etmeniz oldukça zor. Ekonomiyi de düzeltseniz, bizi uzaya da çıkarsanız insanlar artık sizi dinlemeyecektir. Yetkin biri olsanız bile, bu yetkinliğinizi şeytani amaçlar için kullanacaksınız demektir çünkü.

Tabii bu noktada hassas bir konuya daha değinmemiz gerekiyor. Kılıçdaroğlu’na yöneltilen ithamların toplumun bir kesimince çok kolay kabul edilebiliyor olmasının önemli sebeplerinden biri muhtemelen Alevi olmasıydı. Alevilere yönelik önyargı ve ayrımcılığın bu topraklarda yüzlerce yıllık tarihi var. Nispeten yakın tarihler olarak sayılabilecek 1978 Maraş Katliamı,  Malatya ve Çorum Katliamı, 1993 Sivas Katliamı gibi bu ayrımcılığın vahşete dönüştüğü örnekleri yaşadık. Alevilere yönelik bu tutumun bittiğini söylemek ise oldukça güç. Sivas Katliamı’nda insanların yakılarak öldürüldüğünü hatırlayarak, seçim döneminde atılmış ve binlerce beğeni almış şu tweet’e tekrar bakın:

Alevilerin “dinsiz” olduğuna ve bu sebeple de hiçbir ahlaki pusulaları olmadığına dair inanç, maalesef korkunç olduğu kadar yaygın da. Dindar birinin gözünde “dinsiz” biri yukarıda bahsettiğimiz “sevecenlik” değerlendirmesine -100 puanla başlıyor. Ne yaparsa yapsın haksız oluyor ve yaptığı şeyi kötücül bir amaçla yapmış oluyor. Ne demek istediğimi anlamak için, 30 saniyenizi ayırarak şu videoyu izleyin:

Tabii mesele Kılıçdaroğlu’ndan ibaret de değil. CHP’ye oy vermenin “günah” olduğunu düşünen hatırı sayılır sayıda insan var ülkemizde. 2016 yılında Yeni Akit’te yazdığı yazıda İbrahim Bektaş, CHP’ye oy vermiş kişileri “tövbe etmeye” çağırıyor ve CHP’deki Alevilerden ve bu kişilerin, kendi iddiasına göre, “Allah’tan korkmuyor” olmasından şu şekilde şikayet ediyordu:

“Geçen ay yapılan kongreden sonra da tamamen Alevilerin güdümüne girdiler.

En son ankette kendi seçmenlerinin % 66’sı partilerinin Alevi partisi olduğunu onayladı.

Bütün bunların üstüne, Ermeni kökenli bir milletvekilleri ‘biz Allah’tan değil, hukuktan ve bu ülkenin elden gitmesinden korkuyoruz” diyerek açıkça küfre daldıklarını ilan etti.

Ne yazık ki CHP’li vekilin ifadesindeki “Biz” kelimesi CHP’lileri kapsıyor ve onlardan da bu yazının kaleme alındığı tarihe kadar “Hayır, biz Allah’tan korkuyoruz” türünden herhangi bir açıklama gelmedi.”

“Allah korkusu” evrimsel açıdan önemli bir kavram. Kalıntıları günümüz Şanlıurfa’sında bulunan 12.000 yıllık Göbekli Tepe bir çeşit tapınaktır ve en önemli işlevlerinden birinin “tanrı korkusu” yaratmak olduğu düşünülmektedir. Buna göre, insanların küçük kabilelerinin sınırlarından çıkıp geniş çaplı işbirliğine girebilmesi ve büyük işler başarabilmesi için, aralarındaki ilişkiyi gözleyecek ve kuralları çiğneyenleri cezalandıracak bir sisteme ihtiyaçları vardı. Her şeyi görebilen ve her şeye gücü yeten “Büyük Tanrı(lar)” inancı bu ihtiyacı tam olarak karşılıyordu. Aklınızdan geçirdiğiniz şeyi bile bilebilen ve sizi çok ağır cezalara çarptırabilecek bir tanrının varlığına inanan insanlar, birbirlerine kazık atmadan büyük işler başarabiliyordu. İnsanlığın yerleşik hayata geçmesinin ve günümüzde bildiğimiz anlamda medeniyeti kurmasının öncüllerinden birinin, bahsettiğim işlevi sebebiyle, “Allah korkusu” olduğu düşünülüyor.

Günümüzde yapılan sosyal psikoloji çalışmaları da, ateistlere yönelik önyargının temelinde, bir tanrı tarafından izlendiklerini düşünmediklerinden ahlaklı davranamayacaklarına dair kabulün yattığını göstermektedir. Dolayısıyla, birisini “dinsiz” görmenin getirdiği negatif tutum, aslında bu güven eksikliğinden dolayıdır.

Kılıçdaroğlu bu meselelere hiç girmedi diyemeyiz. “Alevi.” başlıklı videosu Twitter’da 115 milyondan fazla izlendi ve Türkiye siyasi tarihi açısından oldukça önemli ve anlamlı bir olaydı.

Kimliği haricinde, Kılıçdaroğlu kişilik yapısı olarak da oldukça “sevecen” bir insan olduğunu göstermek için çalışmadı dersek yalan olur. Kampanya boyunca güleryüzlü olmaya çalıştı, kavgacı bir tutum göstermedi, eliyle yaptığı kalp işaretini kampanyanın merkezine taşıdı.

Rakipleri ise onun ahlaki karakterini karalamakla meşguldü. Resmi ağızlardan doğrudan Alevilik meselesine girilmedi belki ama sosyal medyada bolca konuşuldu. Ayrıca ahlaki açıdan güvenilir bir insan olmadığını göstermek için Kılıçdaroğlu’nun PKK ile ilişkilendirildiğini gördük. Peki neden Kılıçdaroğlu’nun değil de, iktidarın kampanyası tuttu?

Bu sorunun tabii ki önemli tarihsel cevapları var. Ancak ben taktiksel boyutta kalacağım. Öyle bir taktiksel hata yapıldı ki, etkisi sadece bu konuya dair değildi ve muhtemelen kampanyanın her parçasını ekledi.

(Sonraki bölüme geçmeden önce bir parantez açmalıyım: “Kılıçdaroğlu Alevi olduğu için aday olmamalıydı” gibi bir şey söylemeye asla çalışmıyorum. Toplumun en gerici kesimlerinin haksız önyargılarına göre kendimize sınırlar çekersek, toplum hiçbir zaman ilerleyemez. İlerletebilmek için bu önyargıları kırmak gerekir. Ancak bir şeyi kırmak için var gücünüzle vurmanız gerekir, üfleyerek kıramazsınız. Anlatmaya çalıştığım ve sonraki bölümlerde biraz daha ayrıntılandıracağım şey tam olarak bu.)

3) Tekrar. Daha Çok Tekrar.

Seçimin ikinci turundan önce, Kemal Kılıçdaroğlu ünlü YouTube kanalı BaBaLa TV’ye çıktı. Dört saatlik yayının en başlarında, Kılıçdaroğlu’nun seyirciye hitaben yaptığı konuşmada ilk söylediği şeylerden biri şu oldu:

“Goebbels diye bir adam var, duyanınız var mı?”

Joseph Goebbels, Nazi Almanyası’nda propaganda bakanlığı yapmış bir isim. Kendisine atfedilen en ünlü sözlerden biri şu şekilde:

Bu sadece Goebbels’in şahsi fikri olsaydı, hasta bir adamın neyse ki doğru olmayan sayıklamaları olarak görülebilirdi. Ancak maalesef tespitinde haklı. Sosyal psikoloji çalışmaları, bir mesajı ne kadar çok tekrar ederseniz, karşı tarafı o kadar çok inandıracağınızı göstermektedir.

Bir şeyi çok fazla duyduğumuzda, hafızamızda yer ediyor ve bir noktadan sonra onu doğruluğu ispatlı, kesin bir şeymiş gibi düşünmeye başlıyoruz. İddiayı ilk nerede duyduk, kimden duyduk, bize nasıl bir kanıt gösterildi, hepsini unutuyoruz; ama sık tekrar edilmiş mesajın içeriği aklımızda kalıyor. O mesajın güvenilir olup olmadığına dair bütün ayrıntıları unutup, sadece mesajın içeriğini hatırladığımızda da, ne kadar saçma bir iddia olursa olsun inanma olasılığımız artıyor. Kılıçdaroğlu karşıtı kampanyanın da ana stratejisi tam olarak buydu.

Bıkmadan, usanmadan, her gün ısrarla tekrarlayarak Kılıçdaroğlu’nun PKK’yla anlaştığını söylediler (araya garnitür olarak “LGBT’cilik” de sıkıştırdılar). Bu iddiaları siyasetçiler o kadar çok tekrarladı ki; televizyonlarda, gazetelerde bu eksende o kadar çok haber çıktı ki, emin olun birçok insan konunun tam olarak nasıl başladığını bile hatırlamıyordur. 2022’nin sonlarında, ana gündemimiz ekonomik krizdi. Şubat 2023’te depremler oldu ve binlerce insanımızı kaybettik. Büyük İstanbul depreminin yaklaştığını hatırladık. Bu arada ekonomi daha da kötüye gitti. Ancak ne olduysa, birkaç ay içinde, seçim sürecini PKK tartışması domine etti. Birden fazla sebepten bahsedebilirsiniz ama bana göre en önemli faktör “tekrar”dı. O kadar çok tekrar edildi ki, herkes bir numaralı gündemin bu olması gerektiğine inandı.

Her ne kadar Goebbels’ten haberdar olduğu anlaşılsa da, Kılıçdaroğlu’nun tekrarın gücünü içselleştiremediğini ve uygulamaya dökemediğini düşünüyorum. Bu noktada, birbiriyle ilişkili iki ana yanlış yapıldı:

  • Kılıçdaroğlu, çok fazla sayıda konudan bahsetti. Birçok insan bunun iyi bir şey olduğunu düşünebilir, “Ne güzel işte, Türkiye’nin her sorununa bir çözüm getiriyorlar.” diyebilir ama ben katılmıyorum. Zaman sınırsız değil ve bu durum size iki seçenek sunuyor: (1) Fazla konu, az tekrar; (2) Az konu, fazla tekrar.

Hem fazla konu hem de fazla tekrar yapamazsınız, çünkü öyle bir zamanınız yok. Eğer Kılıçdaroğlu kilit 2–3 mesaj belirleyip, sabah akşam bunlardan bahsetseydi, şansı muhtemelen daha yüksek olacaktı. Bu söylediğim, ikinci tur kampanyası sürecinde yapılmaya çalışıldı. Suriyeliler meselesi ön plana çıkarıldı ve bu tek mesaj üzerinden çok fazla tekrar yapıldı. Ama seçime birkaç gün kalmışken başlamak yeterince etki etmemişe benziyor. İşe yarayacağı düşünülen taktiğe üç ay önceden de başlanabilirdi. CHP’nin “dinsiz” olduğuna dair propaganda on yıllardır devam ediyor, örneğin.

  • Karşı taraf, sizinle ilgili bir iddiayı çok kez tekrar ettiğinde, sizin yapabileceğiniz en iyi şeylerden biri kendi mesajınızı daha da fazla tekrar etmektir. Kılıçdaroğlu’nun Alevi videosu önemliydi, evet, ama tek bir videoydu. Yüzlerce yıllık geçmişi olan bir önyargıyı tek bir videoyla kıramazsınız. Karşı taraf sizin için her gün PKK’lı diyorken, siz konunun aslını tek bir kez açıklayıp, insanların da bu açıklamayla ikna olmasını bekleyemezsiniz. İki ay boyunca Kılıçdaroğlu’nun Kandil’le anlaştığına dair haberler izleyen bir vatandaş, bunu yalanlayan tek bir açıklamaya denk geldi diye bir anda mucizevi şekilde Kandil iddiasının yalan olduğuna ikna olmayacaktır.

Hitap ettiğiniz kitleyi tanımak, sadece o kişilerin değerlerini, dertlerini bilmek değildir. Aynı zamanda neyi nasıl anlatırsanız anlaşılacağını bilmektir. Türkiye nüfusunun neredeyse %40’ı, okuduğunu anlama, basit problem çözme gibi becerilerden yoksun.

Bu becerilerin siyasi görüşe göre ayrıştığı gibi bir iddiada bulunmaya çalışmıyorum. Muhtemelen toplumun her kesimi bu dertten muzdarip. Eğitim eksikliği sebebiyle, kendi dilinde okuduğunu anlama konusunda bile zorlanan bir kitleye 20 farklı konudan bahsettiğinizde ve her konuyu birer videoyla geçtiğinizde, muhtemelen hiçbir tesiri olmamaktadır. Basit, vurucu ve çok tekrarlı mesajlar çok daha işlevsel olacaktır.

4) Erken Kalkan Yol Alır

Tekrar önemli. Önemli olan bir başka konu ise zamanlama.

Seçim dönemi dezenformasyon festivali gibiydi. Asılsız iddiaları, çarpıtmaları, montajları gördük.

Peki bir yanlış bilgiyle nasıl mücadele edersiniz? Onun doğrusunu anlatarak, yanlış bilgiyi çürüterek mi? Bunu da yapabilirsiniz tabii ama yapabileceğiniz daha iyi bir şey var: Önceden çürütme (prebunking).

Sander van der Linden, son kitabı Foolproof’ta önceden çürütmeye dair güncel literatürü özetlemektedir. Kitap boyunca da “virüs” benzetmesi kullanmaktadır. Aynı benzetmeyi kullanarak anlatmaya çalışayım.

Foolproof: Why Misinformation Infects Our Minds and How to Build Immunity

Amazon.com: Foolproof: Why Misinformation Infects Our Minds and How to Build Immunity: 9780393881448: van der Linden…

Yanlış bilgiyi bir virüs gibi düşünün. Bu virüsle mücadele etmenin en etkin yollarından biri, COVID-19 pandemisinde gördüğümüz gibi, aşıdır. Aşı sayesinde, virüs henüz vücudumuza girmeden bağışıklık sistemimizi hazırlarız. Böylece virüs gerçekten geldiğinde hazır oluruz ve virüs bizi hasta edemez. Önceden çürütme tekniği de tam olarak bunu önermektedir. Buna göre, insanları daha yanlış bilgiye maruz kalmadan önce hazırlamalıyız ki, yanlış bilgiye maruz kaldıklarında buna inanmasınlar. Bu hazırlama aşamasında insanlara gelecekte maruz kalabilecekleri yanlış bilgiden bahsedilir ve bunun neden yanlış olduğu anlatılır. Böylece gerçekten yanlış bilgiye maruz kaldıklarında o bilgiye nasıl karşı çıkacaklarını bilirler, “bünyelerine” kabul etmezler ve o yanlış bilgi virüsüyle “enfekte” olmazlar.

Kılıçdaroğlu’nun kampanyası üzerinden örneklendirelim. Henüz Kılıçdaroğlu’nun adaylığı kesinleşmemişken ve HDP’nin kendi adayını çıkarıp çıkarmayacağı belli değilken, Kılıçdaroğlu veya İmamoğlu gibi bir isim aday gösterilirse, HDP’nin bu adayı destekleyebileceği konuşuluyordu. Sonrasında Kılıçdaroğlu’nu desteklemeleri çok sürpriz bir gelişme olmadı.

„HDP’li üst düzey isim: Kılıçdaroğlu, İmamoğlu ya da Babacan ortak aday olur, bizimle açık bir…HDP’li üst düzey isim, HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan‘ ın, „kendi adayımızı çıkaracağız“ açıklamasıyla ilgili… t24.com.tr“

İşte henüz bu aşamadayken, HDP’nin Altılı Masa’nın adayını desteklemesi durumunda, Cumhur İttifakı’ndan nasıl bir karşı hamle gelebileceği az buçuk belliydi. Erdoğan çok uzun yıllardır HDP’ye tüm kapıları kapatmış durumda. En büyük müttefiki MHP ile beraber HDP’ye sempatiyle yaklaşmayacakları ve sert bir saldırıya geçecekleri öngörülebilir bir şeydi. Kılıçdaroğlu ekibinin, daha henüz karşı taraftan buna dair hiçbir şey gelmemişken, halkı konuya dair “aşılaması” gerekirdi.

HDP’nin Kılıçdaroğlu’nu desteklemesi durumunun nasıl eleştirilebileceğine dair simülasyonlar geliştirip, bütün bu eleştirileri çürüten bilgilerle beraber ellerinden geldiğince halka duyurmalı, böylece karşı taraf bu eleştirileri gerçekten öne sürmeye başladığında, “aşılanmış” kitlelerin bu argümanları yeterince ikna edici bulmamasını sağlamalıydılar. Eğer siz bu önceden çürütmeyi etkin şekilde yaparsanız, örneğin, HDP’nin de Altılı Masa’nın ortağı olduğuna dair bir iddiayı gördüğünüzde, zihninizde bu iddiaya nasıl cevap vereceğinizi de bilirsiniz. Böylece iddiaya inanma olasılığınız azalır. Ancak daha önceden uyarılmamışsanız ve bir anda böyle bir iddiayla karşılaşırsanız, inandırıcı bulma olasılığınız çok daha yüksektir. Çünkü elinizde kullanabileceğiniz karşı-argüman yoktur. Aşılanmış olsaydınız, bu karşı-argümanları daha ilk saniyeden kolayca üretebilecektiniz.

Önceden çürütme veya aşılama tekniğinin iki farklı çeşidi var.

Birincisi “olgu bazlı” (fact-based) aşılama. Burada insanlara gerekli bilgileri veriyorsunuz. Mesela diyorsunuz ki: “HDP’nin de Altılı Masa’da olduğuna dair iddialar duyabilirsiniz. Birileri size Kılıçdaroğlu’nun HDP’ye çeşitli vaatlerde bulunduğunu söyleyebilir. Ancak bu iddialar tamamen yanlıştır. Altılı Masa’nın bileşenleri CHP, İYİ Parti, Saadet Partisi, Demokrat Part, Gelecek Partisi ve DEVA Partisi’dir. Bu partiler dışında hiçbir oluşum yoktur. Bu partilerle beraber bir mutabakat metni imzaladık. Metinde halkımıza şunları şunları vaat ettik. Buna katılan herkes bize oy verebilir. Oy verene vermeyin diyemeyiz. Ama hiçbir partiye özel vaatte bulunmayacağız. Biz olduğumuz yerde duracağız, olduğumuz yeri beğenen oy versin.”

(Küçük bir not: Altılı Masa’nın mutabakat metni aşırı uzundu. Onu kim okuyacak? En fazla 3–5 çok temel prensip olmalı ve bunlar sürekli her yerde tekrar edilmeli, insanların kafasına kazınmalıydı.)

İkinci aşılama tekniği ise “teknik bazlı” (technique-based) aşılama. Burada bilgi vermekten ziyade, karşı tarafın dezenformasyon süreçlerinde kullanabilecekleri yöntemlere dair insanları uyarırsınız. Kılıçdaroğlu’nun attığı şu tweet aslında teknik bazlı bir aşılamadır. Çünkü olası bir dezenformasyon girişimini, kullacağı teknikle beraber (“Cambridge Analytica’cılık) önceden duyurmaktadır.

Ancak buradaki sorun, okuyan herkesin anlayacağı şekilde konunun açıklanmamasıdır. “Cambridge Analytica”nın ne olduğunu Türkiye’de kaç vatadandaş bilmektedir? Benzeri manipülasyon girişimlerini Türkiye’de gördüklerinde nasıl tanıyacaklardır, nasıl maruz kaldıkları anda teşhisi koyup savunmaya geçebileceklerdir? Konunun çok daha basit, somut ve örneklerle anlatılması gerekirdi. Ve de 2 Mayıs’tan çok çok daha önce bu konu açılmalıydı. Halk o kadar antrenmanlı olmalıydı ki, montaj bir videoyu gördüğü anda şak diye tanımalıydı.

5) Kurulu Düzenin İki Dostu: Güvenlik ve öngörülebilirlik

PKK ile ilgili tartışmaların seçim gündemini domine etmesi, sosyal psikolojik açıdan oldukça anlaşılabilir. Çünkü tehlike, kurulu düzenin destekçisidir. Kurulu düzen bize güvenlik ve öngörülebilirlik sağladığından, tehlikeyi gördüğümüz anda kurulu düzene daha sıkı sıkıya sarılırız.

Sistemi Meşrulaştırma Kuramı tam da bu konuyla ilgilidir. Kurama dair verilen en popüler örnekle, 11 Eylül Saldırıları’yla başlayalım.

Kaynak: https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Dosya:George_W_Bush_approval_ratings_with_events.svg

Yukarıdaki grafik, George W. Bush’un “görev onay oranını” (yani bir başkan olarak performansından halkın ne kadar memnun olduğunu) gösteriyor. Eylül 2001 civarında oran %52’yken, Ekim başında bir anda %90’a fırlıyor. Neden? Çünkü 11 Eylül Saldırıları. Aynı gün içinde olan terör saldırıları sebebiyle halk paniğe kapılıyor ve iki konudan endişe duymaya başlıyor:

  • Belirsizlik: Halk, “Bildiğimiz anlamda Amerikan hayatı bitti mi; artık ne zaman nerenin patlayacağını bilmediğimiz bir kaosun içinde mi yaşayacağız?” diye düşünmeye başlamıştır. Yarın ne olacağının bilindiği, standart hayatın dışına çıkılmış gibi hissedilmektedir.
  • Güvenlik: İnsanlar güvende olmak, hayatta kalmak isterler. Ancak canlarına kast eden bir düşman olduğunda, bunu garanti görmek oldukça güçtür.

Eylül 2001’e kadar milyonlarca Amerikalı’nın Bush’a dair eleştirileri vardı belki. Ama standart Amerikan hayatının alternatifi olarak El Kaide’yi gördüklerinde, ellerindeki kurulu düzenin aslında ne kadar iyi olduğunu “fark ettiler” ve Bush’a olan destekleri arttı. İlgili kuram tam olarak bunu öngörmektedir. Kurulu düzen bizi güvende tutar ve belirsizlikten kurtarır. O yüzden de tehlike anında kurulu düzenin “değerini anlarız”.

Benzeri bir süreç aslında Türkiye’de de yaşandı. 7 Haziran 2015 seçimlerinde, AKP %40.9 oy almış ancak tek başına iktidar olacak kadar milletvekili çıkaramamıştır.

Kaynak: https://twitter.com/evrenselgzt/status/986602577545527296

Ancak takip eden yaz günleri, oldukça çatışmalı ve kanlı geçmiştir. Suruç Saldırısı, “hendek operasyonları”, Ankara Garı Saldırısı gibi olaylar seçimden sonraki aylarda terörü bir numaralı gündem haline getirmiştir. 1 Kasım 2015’te yapılan seçimde AKP oylarını bir anda yaklaşık 8.5 puan arttırmış ve tek başına yeniden iktidar olmuştur. Bush ve 11 Eylül örneğinden çok farklı değildir yani.

2023 seçimlerinde, neyse ki, bu kadar çok ölüm yaşamadık. Ancak bir numaralı gündemin terör olması gerektiğine halkın önemli bir kısmı katıldı. Bu da, benzeri bir seçim sonucunu görmemize sebep oldu.

Peki, böyle durumlarda muhalefet partisi ne yapabilir? İnsanlar tehlike anında kurulu düzene sarılıyorlarsa, o zaman kurulu düzeni değiştirmek imkansız mıdır?

Bu sorunun cevabını vermek için yukarıda bahsettiğim iki faktöre, güvenlik ve belirsizliğe geri dönmeliyiz. Eğer sistemi değiştirmek istiyorsanız, var olan sistemin artık güvende tutamadığına ve onlara öngörülebilir, düzenli bir gelecek sunamadığına dair insanları ikna etmelisiniz. Ancak Kılıçdaroğlu’nun kampanyası bu konuda yeterince başarılı olamadı. İkinci tura kadar, şu anki sistemin nasıl çökmüş olduğuna ve tehlikelere zemin hazırladığına dair argümanları çok fazla göremedik.

Özellikle “belirsizlik” faktörünün hakkının yeterince verildiğini düşünmüyorum. 21 senelik AKP iktidarını bitirmeyi vaat ediyorsanız, bu bildiğimiz anlamda hayatın sonu demektir. Birçok insan için büyük bir belirsizliktir. Bunu vaat eden liderin, belirsizliği mümkün olduğunca ortadan kaldırması gerekir. Seçilirse olacak olanları o kadar somut anlatmalıdır ki, ertesi gün uyandığımızda ne olacağını kesin olarak bilelim.

Bununla bağlantılı olarak, kabinede görev alacak kişilerin tamamen sürpriz olmasının da son derece kötü bir tercih olduğunu söylemeliyim. Bu belirsizliği kurulu düzenin temsilcisi olarak Erdoğan kaldırabilir ama bir muhalefet lideri çok daha “az sürprizli” olmak zorundadır. Örneğin, terörle mücadelede deneyimli ve güvenilir eski bir generalin ismi milli savunma bakanı olarak duyurulsaydı, Kılıçdaroğlu’nun bu konudaki eleştirilere cevap vermede eli oldukça rahatlardı; birçok insanın da aklında bir soru işareti, belirsizlik kalmazdı.

6) Değişimin Hikayesi

Bahsedeceğim son şey, değişimin bir “hikayesinin” olmaması. Benlik algısına dair yapılan psikoloji çalışmaları göstermektedir ki, biz kim olduğumuzu anlarken aslında kendimize bir çeşit hikaye anlatırız. Hayatımızın farklı dönemlerinde çelişkili davranabiliriz, bir gün sevdiğimizi başka gün sevmeyebiliriz, ama bütün bu akışı açıklayan bir hayat hikayemiz olursa, kendimizle çelişiyormuş gibi hissetmeyiz.

Bir film karakteri düşünün. Başta son derece sıradan olan karakterin hikayesi yeterince iyi anlatılırsa, o karakterin filmin sonuna doğru bir yerleri havaya uçurması veya silahsız birini öldürmesi bile son derece makul algılanabilir. Çünkü olayların sebebi vardır ve hikayeyi içselleştirdiğiniz zaman bütün bu değişim size son derece anlaşılır gelmektedir.

İşte biz kendimizle ilgili de böyle hikayeler anlatırız. Bazı olayları senaryomuza dahil etmez, bazı şeyleri çarpıtır, bazılarını abartırız belki; ama her şeyi öyle bir sırayla ve akışla bir hikayeye dönüştürürüz ki, ne yaparsak yapalım haklıyızdır ve kendimizle çelişmiyoruzdur.

Bu konunun siyasette tartışıldığını sanırım hiç görmedim ama oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. Eğer bunca zamandır Erdoğan’a oy vermiş bir vatandaş bir anda Kılıçdaroğlu’na oy verecekse, kendisine anlatması gereken bir hikaye var. O zaman neden Erdoğan’a vermişti, şu an neden Kılıçdaroğlu’na verecek oyunu? Nasıl oluyor da bu iki oyu veren kişi aynı kişi olabiliyor? Nasıl bir hikaye, bu iki farklı tercihi aynı kişinin hayatında birleştirebiliyor?

Ben bir muhalefet lideri olsam, seçim kampanyama ilk önce buna dair bir anlatıyı geliştirmekle başlarım. Öyle bir geçiş hikayesi sunarım ki, bunca yıldır rakibime oy vermiş vatandaşlar bana oy verirken kendilerini asla bir ikiyüzlü veya dönek gibi hissetmezler. Siyasi fikirlerini değiştirmelerine rağmen öz saygılarını koruyacakları bir anlatı oluşturmaları için onlara elimden geldiğince yardım ederim.

Altılı Masa’daki liderlerin ikisinin (Babacan ve Davutoğlu) AKP’de bakanlık ve hatta başbakanlık yapmış isimler olduğunu düşündüğümüzde, bu stratejinin yeterince kullanılmamış olmasını oldukça şaşırtıcı buluyorum. Geçiş hikayesini yaratmak için daha ideal kimi bulabilirsiniz ki?

Eminim bu yazıda bahsetmediğim ama seçim sonuçlarını yorumlamak için işimize yarayacak başka sosyal psikoloji kuramları da vardır. Yukarıda bahsettiklerim, ilk aşamada aklıma gelen bazı örnekler. Ancak umarım bu yazıyı yazma sebebim anlaşılmıştır. Seçmeni anlamak için onun verdiği oyun rengine, kurduğu cümledeki kelimeye bakmanız yetmez. Zihninin içine girebiliyor, beyninin çalışma prensiplerini anlayabiliyor olmanız da gerekir. Bu da psikolojinin, diğer sosyal bilimlerden farklı olarak masaya koyabildiği en önemli artıdır. Ancak siyasette sosyal psikolojinin önemi henüz yeterince anlaşılmadı. Umarım bu durum önümüzdeki yıllarda değişir.

Yazının en başına dönerek bitireyim. “Madem bu kadar her şeyi biliyordun, seçim sonucunu nasıl tahmin edemedin?” diye soracak olabilirsiniz. İnsanların dünyayı algılama biçimlerinin onların psikolojilerini nasıl etkileyeceğini biliyordum ama bu kadar çok insanın dünyayı bu şekilde algılayacağını tahmin etmemiştim. Halkın en önemli gündeminin ekonomik sorunlar olacağını düşünmüştüm. Televizyon izlemiyor olmam da bu hatayı yapmamda katkı sahibi olmuş olabilir.

Gelin bir anlaşma yapalım: Ben biraz daha fazla televizyon izleyeyim, siz de siyasi politikaları belirlerken veya talep ederken sosyal psikolojiden yararlanmaya başlayın.(Sinan Alper-Medium)

Relevante Artikel

Back to top button
Fonds Soziales Wien
Cookie Consent mit Real Cookie Banner