Urfalı Ağa ile Linzli Klaus! 

Inanc Kaya Linz‘den yazdı

Çalıştığım otelde müşteri olmadığı zamanlarda dizimin üstüne koyduğum ders kitabını sağa sola bakıp, dikkat çekmediğimi anlayınca okumaya başlıyor, masanın üzerindeki defterime de notlar alıyordum. Otel, Ankara’da Meclise yakın olduğu için hükümet ile işi olanlara hitap ediyordu.

Otelimizde kalan boyu benden bir kafa daha kısa, bir Urfalı ağa vardı. Gündüzleri iki koruması ile birlikte çıkar, akşama doğru otele geri dönerdi. Otel çalışanları ile sohbet etmeyi sevdiğinden lobide bulduğu garsonu rehin alırdı. Oturduğum yerden onları izlerken, ağanın sigarayı içine çekişinden, o küçücük vücudunun yarısının akciğer olduğunu düşünür, korumalarının sağa sola devamlı bir saldırıya hazır gibi duruşlarından da ağalarını ne kadar çok sevdiklerini anlardım. Ne kadar çok insanın kaderi sadece bu ağanın dilinin ucunda, kim bilir kaç köyü var, acaba saygıyı daha çok paraya mı yoksa kişiliğine mi duyuyorlar, sorusuna duyduğum merak ile uzaktan gözlemlemeye başlamıştım bile. Saat kaçta çıkıyor ve otele geri geliyor, biliyordum.

O gün otele her gün geldiği saatten daha erken gelmiş, ben ise kimse yok rahatlığı ile dizimin üzerinde duran kitaba iyice dalmıştım ki ağanın sesine irkilerek doğruldum. Uyuduğumu sanmış olacak ki,  “Hem üniversite hem de akşam 6 gece 2 mesaisi ile çalışınca vücut dayanır mı, böyle uyuklarsın işte.” dedi.

Eyvah, patronlara umarım söylemez, işten atılırım. Yok, uyumuyordum, ders çalışıyordum, vizelerim başladı, desem o da suç. Hiçbir açıklama yapmamaya karar vermiş bir şekilde sadece gülümsedim ve hoş geldiniz efendim, bir şeyler içmek ister  misiniz, diye, sordum. İkimize de kahve söyle, sohbet edelim, dedi. Bu seferki kurbanı bendim anlaşılan. Patrona şikâyet etmemesi için gönlünü hoş tutup, sohbet teklifini bu kez geri çevirmedim. Merak ediyordu, ben kimim, neden beni okutacak kimsem yok, neden bu kadar mücadele veriyorum, diye. Sordu, sordu, sordu.

Gençlikte insan ne kadar saf oluyor, şimdi düşünüyorum da, o sohbette samimi bir şekilde, üniversiteyi kazanmamın babamın iflasına denk geldiğini, kardeşlerimin çok olduğunu ve benim tek başıma ayakta durmaktan, okumaktan başka bir şansımın olmadığını söyleyip, sonunda da içten içe “aferin evladım, seni çok takdir ettim.” cümlesini beklememin saflığına gülüyorum.

Urfalı ağa beni dinledikten sonra, “bak hata yapıyorsun. Bu kadar yorulmana gerek yok, gençsin, güzelsin. Ben ve benim gibi birkaç kişiyi bul. Sana dubleks ev tutarım ben, onlar da senin geçimini karşılar, ihtiyacını giderir, dedi ve gözleriyle vücudumu göstererek, böyle bir sermayen var ve sen değerlendirmiyorsun, aptalsın” dedi. Yüzüne o kadar dikkatli baktım ki, bir hata ya da şaka olduğunun izini o kadar büyük bir hayal kırıklığı ile aradım ki, şimdi bile o şaşkınlığımı düşündükçe, üzülüyorum. Beni işten attırır diye, efelenemedim, kalkıp ümüğünü sıkamadım, şerefsiz pezevenk diyemedim, sustum ve işime geri döndüm.

Artık biliyorum ki, nasıl sinekler kötü kokuyu aldığında oraya üşüşüyor ise, bir çocuk ya da bir kadın eğer maddi anlamda aciz durumda ise bunu anlayan birçok erkekte ya çocuğun ya da kadının üzerine üşüşüyor. İşte bunu çok iyi bildiğimden, hayatım boyunca hiçbir erkeğin karşısında aciz, çaresiz durumda olmadım ya da o süreçte isem belli etmemeye çalıştım.

Bu olaydan bir buçuk yıl sonra Avusturya`ya geldim. Burada da hayatım ne filmlerdeki gibi ne de masallardaki gibi mutlu sonlu olmadı. Olmadı çünkü “Son” yazısı sadece son nefesini verdiğinde yazılıyormuş, geriye kalan bütün ömrün mücadeleymiş, hayatın zevki de tadı da oradaymış, işte bunu da zamanla öğrendim.

Aradan yıllar geçmiş, esimle evimi ayırmış, mahkeme sürecine girmiştim. Yeni düzen kur, çocukları alıştır, psikolojileri etkilenmesin diye uğraş kısmında, bayağı psikolojik olarak yıpranmıştım. Kızımın gittiği kreş, mahallemizin kilisesi ile aynı bahçe içinde olduğu için, beni sima olarak kiliseye aktif olarak gelen birçok kişi artık tanıyor, selam veriyordu. Öyle ya, kaç tane Japon gözlü kadın vardı ki, etraflarında? Yine içinde 2 yaşındaki oğlumun olduğu çocuk arabasını sürerek, kızımı kreşten almaya gittim. Erken gittiğim için insanlardan uzak olan bir banka oturdum ve güneşi yüzümde iyice hissetmek için başımı yukarı kaldırıp, gözlerimi kapattım.

“Merhaba, ben Klaus, yanına oturabilir miyim?” diye bir ses duyunca irkildim, toparlandım, elimle bankın öteki ucunu işaret ederek, buyurunuz, dedim. Sohbet etmek istediği, kim olduğumu merak ettiğini anladım. Urfalı ağadan ve onun türevleri birçok büyüğüm, küçüğüm, erkekten aldığım ders ile  kim olduğumu anlatmaya hevesim yoktu.

Klaus rahatsızlığımı anladı, “Anni`nin selami var.” dedi. Anni, bu bahçede ayaküstü sohbet ettiğim en çok sevdiğim kadınlardan biriydi. Gülerek, şaşırmış bir vaziyette, Anni`yi nereden tanıdığını sordum, eşiyim dedi. İşte o zaman ördüğüm bütün duvarlar yıkıldı ve biz Klaus ile dost olduk. Eşiyle yeni evime geldiler, bütün tamir işlerini üslendi. Benim bilmediğim yasalar, neye hakkimin olup olmadığını her şeyi takip etti. Maliye bakanlığının bana çıkardığı bütün sorunları, sizleri gazeteye vereceğim, gerekirse ben kamuoyu oluşturacağım, diyerek bertaraf etti.

Neden bana bu kadar yardım ediyor, benden ne istiyor? Korkuyorum, eşi olmadan aynı ortamda olduğumuzda da aynı, eşi varken de aynı davranıyor. Bana pislik zihniyetli akıllar vermiyor, yargılamıyor, suçlamıyor. Eşimden ayrıldığımda üçüncü çocuğuma iki aylık hamileydim. Doğum zamanı geldiğinde ambulansı ve  iki çocuğum ortada kalmasın diye kreşin müdiresi hanımı sabah 5 te aradım. Tek başıma, elimde valizim ile ambulansa binmeden son kez kuzularımı öptüm ve hastaneye gittim.

15 saat sonra bir oğlum daha oldu. Çok yorgun, saçlarımda kuru bir tel bile kalmamış bir vaziyette gözlerimi kapatmıştım. Bir el saçımı okşayınca gözlerimi açtım ki Klaus. Arkasında eşi, bebeği tutuyor. Klaus hem saçımı okşuyor, hem ağlıyor. 15 saattir doğumhanenin kapısında beni beklemişler. Ağlamaya başladım, Klaus`un elinden tuttum, hayatımda babam, abim dahil olmak üzere hiçbir erkeği bu kadar insan hissetmemiştim.

Sadece insan. Çok zor değil, bunu başarabilmek, yeter ki karar verilsin, bu yola baş konulsun. Sorunumuzda zaten bu değil mi? İnsan olmak istemiyor, birçoğu. İnsan müsveddesi olarak dolaşmayı meziyet sanıyor.

Klaus ve Anni 27 yaşında evlendiklerinden 8 ay sonra, Klaus`un kalbi durmuş. Hastanede makineye bağlanmış, kalp nakli için bekliyorlarmış. O esnada Klaus, odasındaki doktorların trafik kazasında bir Türk kadının vefat ettiğini ve onun kalbinin kendisine takılacağını duymuş. Takılan kalp ile de 10 yıldır yaşıyormuş. Evimi, ülkemi, annemi özledim dediğimde gelir bana sarılır, Türk kalbimi hisset, hasretliğin gitsin, az kaldı Marcel`i biraz büyüt, gideceksin diye teselli verirdi. 3 yıla 30 yıllık dostluğu sığdırdığımız, her boş vaktinde çocuklar ile hayvanat bahçelerine gidişlerimiz, eşini öperken dönüp çocuklarımı da öpüşü, fön çektiğim saçlarımı dağıtırcasına saçımı okşayışı, abim, babam, arkadaşım, oluşu hiçbir zaman unutamayacağım duygulardır.

Bir akşam kreşin müdiresi evime geldi. Rengi solmuş bir vaziyette, “Çabuk Klauslara git, ben çocuklara bakarım.” dedi. Koşarak gittim, kapıyı açan yaşlı kadın üzgün bir şekilde bana, yukarıyı işaret etti. Klaus orada, yatak odasında, dedi. İkişer üçer çıktığım merdivenlerden sonra Anni beni gördü. Ağlamaktan gözleri kızarmış bir şekilde, “İna, Klaus öldü” diyerek,  bana sarıldı. Şoktaydım, inanamadım. Klaus yatıyordu. Doktorun gelip, ölüm raporunu vermesini bekliyorlardı. Herkes odadan çıktı, diz çöktüm ve Klaus`un elini tuttum. Bu kez saçlarını ben okşadım, Okşadım ki açsın gözünü.

Klaus`a, Urfalı ağayı ve onun türevlerini, benim ruhumu nasıl yaraladıklarını, ilk defa o zaman anlattım. Neden onlardan biri değil de kendisinin gittiğini sordum, ağladım, ağladım. Klaus gibi gerçek insanlar, toplumda kadının, çocuğun düşmüşlüğünden yararlanmayacak, sözde başka özde başka olmayan insanlar hakikatten Avrupa`da çoğunlukta. Nedeni ise; aile, toplum, okul iş birliğinden geçiyor. Okul eğitir, Aile yanlışta hemen sınırları gösterir. Çocuk yanlışında ısrar ederse de toplum tepki gösterir. Bireyler birbirine gerçekten sahip çıkar. İşte bizim en büyük eksiğimiz de bu. Bireylerimiz korkak, ebeveynlerimiz el alem ne derci. Sadece okulun eğitimi ile meslek sahibi olunuyor ama insan olunmuyor.

Hâlbuki çok kolay, “insan olmak”. Toplum içinde bir yanlış gördüğünüzde anında tepki verin. Çocuklarınızın okulda öğrendikleri ile paralel eğitim verin. Öğretmenin ne anlarmış demeyin. Yanlış eğitene de tepki verin, Kendinize yapılmasını istemediğiniz hiçbir hareketi ve duymak istemediğiniz hiçbir sözü siz de başkasına yapmayın ve demeyin.

Şimdilerde Avusturya`da yasa düzenlemesi yapılıyor. Konu ise: Yaralanma için neden vücutta ize bakılıyor sadece? Alay etmek, kandırmak, aptal yerine koymak, manipüle etmek gibi durumlarda insanın ruhunu yaralar. Vücuttaki yaralar kadar da kolay iyileşmez, ruhun yarası. Kesinlikle çocuklar bu konuda daha iyi eğitilmeli ve yapanlara ceza getirilmelidir, deniliyor.

Üç aşamalı eğitimi başarıyla yapan, toplum, aile, okul koordinesini sağlayan ülkelerde kadın-erkek hakikatten dost, kardeş olabiliyor.

Urfalı ağa gibilerin sesini iyice kısmadan, gençlere, çocuklara koşulsuz ve kayıtsız sahip çıkmadan aynı dost ve kardeşlik duygularının bizler içinde geçerli olduğunu söyleyemeyeceğim.  Acizlik, düşmüşlük kokusu almak için birçok çakal, pusuya yatmış bekliyor. Kendinizi ve çocuklarınızı 24 saat koruyun, asla aciz duruma düşmeyin, düşerseniz de saf saf anlatıp, karşılığında anlayış beklemeyin. Birbirinize ses ve güç olun ki, sinekler asla üşüşmek için artık o kokuyu alamasın….

 

Relevante Artikel

Back to top button
Cookie Consent mit Real Cookie Banner