Köln’deki ünlü “Türk grevinden” 50 yıl sonra Almanya tarihi yeniden yazılmalı mı?

Kendisini bir komünist olarak tanımlayan Yazar Cemil Fuat Hendek, Gazeteci-Yazar Osman Çutsay’a verdiği röportajda, Köln’deki ünlü “Türk grevinden” 50 yıl sonra Almanya’da bazı tartışmaların kaçınılmaz olarak açılacağına dikkat çekti.

Frankfurt. 1974’te eşi ressam İzel Erkson-Hendek ile Almanya’ya yerleşen ve TKP’nin Almanya örgütünde komünist davasını yürüten Cemil Fuat Hendek, Federal Almanya tarihinin yeniden yazılması gerektiği tezine destek verdiğini açıkladı. Sol Haber’den Osman Çutsay ile gerçekleştirdiği röportajda iş gücü göçünden emperyalist sermayeye, grevlerden işçi haklarına, Türk işçilerin deneyimlerinden karşılaştıkları zorluklara kadar pek çok konuya değinen ve Almanya’nın değişimi üzerine konuşan Cemil Fuat Hendek’in vurguladığı gerçekler dikkat çekti.

Sol Haber ve Yeni Posta’da yer alan röportajı okumanıza sunuyoruz:

“Sadece Türkiye’nin değil, Federal Almanya’nın da tarihi yeniden yazılmalı. Hatta bu ikincisi ilkinden daha önemli. Nitekim bu talep giderek daha fazla dillendiriliyor. Ancak böyle bir girişim için bugün resmen yok sayılan iki büyük ağırlığın masaya konulması ve hatta onların varlığı esas alınarak sorular sorulması ve bunların yanıtlanması gerekiyor. Biri Alman Demokratik Cumhuriyeti (ADC), diğeri de bugün artık nüfusun dörtte birini aşkın (yaklaşık 23 milyon) bir yoğunluğa sahip olan “göç arka planına sahip kitle.” Bu göç arka planına sahip kitle içindeki en büyük kesiti Türkiye kökenli emekçilerin oluşturduğunu biliyoruz.

1974’te eşi ressam İzel Erkson-Hendek ile bu ülkeye yerleşen Cemil Fuat Hendek, Köln’deki ünlü “Türk grevinden” 50 yıl sonra bazı tartışmaların kaçınılmaz olarak açılacağına dikkat çekti. Federal Almanya tarihinin yeniden yazılması gerektiği tezine destek veren Hendek, Çutsay’ın sorularını içtenlikte yanıtladı.

Bir aktivist olarak 1974’ten beri Almanya’da yaşıyorsun. Ve işgücü göçünün en önemli önemli bölümlerini tam içinden yaşayarak izledin…

CEMİL FUAT HENDEK: İzninle hemen düzeltmek isterim. Ben aktivist değil, komünistim. Bütün aktivitelerim de bu kapsama girer. Evet, 1974’ten beri Almanya’dayım. Ama babam 1950’li yıllardan itibaren Ankara’da Alman Sefarethanesi’nin güvenilir avukatıydı. 1960 sonlarına doğru da çalışma ateşeliklerinin hukuk danışmanı oldu. Frankfurt’a geldi. Onun üzerinden sürecin başından bu yana yabancısı değilim.

Türkiye’den Federal Almanya’ya gelen emekçilerin tarihi layığıyla yazılmadı. Ancak ikinci ve üçüncü kuşakta bazı kıpırdanmalar sezilmiyor değil. Bu kıpırdanmalar Federal Almanya tarihinin yeniden yazılmasını gerektirecek bir sonuca götürebilir mi dersin? 

CEMİL FUAT HENDEK: Evet, yeni nesillerde “Nereden /nasıl/neden geldik?”, “Atalarımız burada ne yaptılar?” gibi tarihsel/toplumsal sorulara yanıt arayan ilginç çabalar var. Bence, bunların gerek Türkiye, gerekse Almanya tarihi açısından ciddi sonuçlara varmasının temel bir koşulu var: “Almanya acı vatan!”, “Ah gurbet eller!” şeklindeki yaklaşımı derhal terk etmeliler. Ayrıca konunun tek bir ulusla, Türkiyeli işçilerle de sınırlı olmadığını unutmamalılar.

Almanya tarihini yeniden yazma iddiasıyla yola çıkanlar konuyu iki aşamada ele almalıdır: Birinci aşama, kapitalizmin, kölelikten ve toprağa bağlılıktan kurtardığı insanları ihtiyaca göre uzak diyarlardan getirerek ücretli köleler olarak istihdamıdır. Nitekim, “yabancı işçi” konusu, Almanya’da ilk kez sanayi devrimiyle birlikte gündeme geliyor. Almanların “Çanak” (Pott) dediği Ruhr Havzası’na bakalım. 1800’lerin ortalarında nüfusu 250 bini bulmayan bölge, o yüzyılın sonunda Avrupa’nın önemli bir kömür-demir-çelik merkezi haline geliyor. O dönemdeki bu gelişim kimlerin sırtında yükseliyor? Tabii o dönem proletaryasının. Ve bunlar arasında“Polaklar” diye aşağıladıkları Sileyzyalı ve Polonyalılar başta geliyor. 1900 başında üç milyonu aşan nüfus arasında neredeyse her dört kişiden biri yabancı. Okul çocuklarının üçte birinin anadili Lehçe. Bugün bile kapı zillerine bakarsanız soyadları “ky” harfleriyle biten sayısız isme rastlarsınız. Daha sonra, 1950’li yılların ortasında da “İtaker” ya da “Makarna zıkkımlayanlar” diye aşağıladıkları İtalyan işçiler geliyor. Hemen ardından İspanyollar, Portekizliler, Yugoslavlar ve Yunanlılar. En son da biz Türkiyeliler. Hepsinin çok büyük katkısı var.

EMPERYALİST SÖMÜRÜNÜN GEREĞİ

Emperyalizm çağında ise sorun yeni bir aşamaya yükseliyor. Bu dönemde soruna artık emperyalist ülkelerle onların etki alanına aldıkları ülkelerin ilişkisi açısından bakılmalıdır. Emperyalist merkezler ekonomik, siyasi, kültürel ve askersel hâkimiyetlerine dayanarak bu ülkelerin tüm kaynaklarını yağmalarken, gereksinime göre oradaki işgücünü de ya dolaylı olarak sömürüyor, ya da kısmen kendi merkezine çekiyor. Tekrar ediyorum: Periferideki ülkelerdeki emekçi yığınların yaşam mücadelesini sürdürmek üzere emperyalist merkezlere doğru göçünün asıl nedeni, bu ülkelerin ekonomisini çökerten, emekçi halkları yoksullaştıran emperyalist sömürü ve talandır. Tabii bir nokta daha var: Emperyalistlerin de katkısıyla düzenlenen darbeler, silahlı müdahaleler. Rekabet nedeniyle çıkarılan savaşlarda yerini yurdunu yitirenler de gidecek yeni yerler arayışına giriyor.

Örneğin, şu sırada onlarca milyon insan tam da bu nedenlerle yollarda perişan haldeler. Emperyalistler önce bunların çölde kumlara, denizde dalgalara karışıp ölmesini seyrediyor. Sonra da gereksinmlerine göre süzgeçten geçirip ya içeri kabul ediyor ya da tel örgülerin dışında bırakıyorlar. Şu sırada Almanya bunların en iyi yetişmişlerini, nadide mesleklere sahip olanlarını topluyor. Türkiye’den son dönemde gelen doktor, mühendis, mimar, çeşitli uzmanları, akademisyenleri düşün. Bir yanda hiçbir ön yatırım yapmaksızın kaliteli işgücü gereksinimini karşılıyor. Öte yandan bunları görece çok daha ucuza çalıştırıyor. Çokların üstünden atladığı bir nokta daha var: Rolatorların arkasında sürüklenen ihtiyarlarla dolan topluma genç ve dinamik bir nüfus aşılıyor.

Bugünlerde olana da, 1960 başlarında Türkiye’den Almanya’ya ithal edilen işgücüne de işte bu açılardan bakılmalıdır.

FONLANAN İŞLERLE GİZLENEN SINIF 

Sence, işin duygusal yanı değil, sınıfsal ilişkileri temel alınmalı. Peki, Türkiyeli işçilerin özeline vurgu yapmak gerekmiyor mu? 

CEMİL FUAT HENDEK: Gerekmez olur mu? Tabii gerekiyor. Ancak iddia büyük olduğu oranda geniş ve derin araştırma, incelemeyi zorunlu kılıyor. Bu tarih sayfaları arasında 20’nci yüzyılın ikinci yarısında Federal Almanya’daki refah sıçramasına Türkiyeli işçilerin katkılarını kimse inkâr edemez. Ama dediğim gibi, bu süreç gözü yaşlı kişisel dramatik öykülere boğularak yapılamaz, yapılmamalı. O yaşanmışlıklar kuşkusuz öykü, şiir ve romanlara bol malzeme sağlayabilir. Ama abartıldığında ciddi tarih tezlerini, toplumsal analizleri çöpe dönüştürür. Ne yazık ki, çoğunluk yapılan bu. Ve bu yaklaşım Alman devletinin de aktif katkılarıyla, fonlarla falan desteklenerek piyasaya sürülüyor.

Bu iddianı kanıtlayabilir misin?

CEMİL FUAT HENDEK: Tabii. Çok geniş çaptaki bir örneğini 2011’de, “Göçün 50’nci Yılı”nda yaşadık. Bu “jübile” çerçevesinde bir dizi kuruluş çeşitli çalışmalar başlattı. Bonkörce fonlanmış konferanslar, sergiler, kültür programları falan. WDR’den, Köln Radyosu’ndan pek gayretkeş bir eski komünist “Brötşini ilk kez gördüm” gibi zırvalara mikrofon uzattı. Köln’deki arşivde çalışan bir diğer tövbeli komünist, elinde bulunan tüm olanaklara karşın yalan yanlış, “uyumlaştırma manipülasyonları” ile dolu güdük bir sergi açtı. Ya Türkiyeli işçilerin bu ülkedeki sendikal mücadeleye katkıları? O yıllardaki barış mücadelesindeki yerleri? Yabancı işçi sorunları çerçevesinde verdikleri mücadele?

Sendikaların bile bu konulara yan çizdiğini gördük. Fon ne kadar büyükse laf da o denli uzun, tekniği o denli çeşitliydi. Ama aynı zamanda fon ne kadar büyükse yapılanlar bu konulardan o denli uzaktı. Benzerini 60’ıncı yılda da gözlemlediğimi eklemeliyim.

ALTERNATİF SERGİ GİRİŞİMİ

Sen böylesi bir çalışma yapmayı düşünmez misin?

CEMİL FUAT HENDEK: Ben tarihçi, araştırmacı değilim. Ama 50’nci yılda bir grup eski yoldaş bu doğrultuda bir girişim yapmıştık. O sıradaki sinir bozucu durum bizi de harekete geçmeye zorladı. O yıllarda Hamdi Maskar yoldaşımızın geniş depoları olan bir taksi işletmesi vardı. Sağolsun her pazar günü oraya davet ettiği eski yoldaşlar ve sol görüşlü tanıdıklarla birlikte kahvaltı ediyor, siyasi konuları tartışıyorduk. O depolarda Federal Almanya İşçi Dernekleri Federasyonu (FİDEF) ve ardılı Göçmen Dernekleri Federasyonu’ndan (GDF) kalma geniş bir arşiv de Türkiye Sosyal Tarih Vakfı’na (TÜSTAV) gönderilmek üzere beklemekteydi.

Çevrede yapılmakta olan zırvalamalara karşı oradaki malzemeden yararlanarak bir şeyler yapmaya karar verdik. Altı eski yoldaş (ne yazık ki ikisi artık aramızda değil) kolları sıvadık. Üst üste yığılmış 400’ü aşkın büyük karton kutudaki malzemeyi günlerce sabahtan akşama dek tarayıp elden geçirdik. Tabii ellerindeki belgeleri getiren, arada gelip tasnife yardım edenler de oldu. Örneğin 2 binin üstünde fotoğraf toplandı. Ben de elimdeki TKP’ye ait neredeyse eksiksiz afişleri kattım. Böylece “Hiçbir Şey Boşuna Değildi” başlığı altında çok anlamlı bir sergi çıkarttık ortaya. Türkiyelilerin Almanya sol hareketi içindeki -sadece göçmen işçi sorunlarıyla sınırlı olmayan- Almanya soluna, sendikal mücadeleye, barış mücadelesine katılışı ve katkılarının yanı sıra Türkiye’de yükselen işçi hareketiyle dayanışmasını belgeleyen yüzlerce afiş, broşür, bildiri, kitapçık, dergi ve fotoğraflar içeren bir sergiydi bu.

Diğerlerine inat, Türkiyeli komünistlerin Almanya’da yasal değişikliklerle sonuçlanan etkinliklerini de böylece bir kez daha derli toplu olarak belgelemiş olduk. TKP bu sergiyi daha sonra çok daha kaliteli röprodüksiyonlar haline getirerek İstanbul’da Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde ziyaretçilere sundu. Sergi şimdi “okyanusta bir damla” olarak TÜSTAV arşivinde bulunuyor.

ORTAK TARİHİMİZDEN BAZI NOTLAR

Yasal sonuçlar elde edilen mücadelelere değindin. Bazı örnekler verebilir misin? 

CEMİL FUAT HENDEK: Tabii, bahaneyle Almanya’daki ortak tarihimize de bir-iki dipnot düşmüş olalım.

–Daha sendikalar, hatta Alman komünistler bile etrafa bakınıp, “misafirler”den falan bahsederken ilk kez “eşit işe eşit ücret” talebiyle eyleme kimler ne zaman geçmişti dersin? Berlin’de 1968’de protesto yürüyüşlerini kimler düzenlemişti? Ya bir zamanlar bazı kent ve semtlere uygulanmakta olan “taşınma yasakları”na karşı yükselen ses?

– Göçmen işçilere tatil hakkını bir seferde kullanma olanağı ve buna ek olarak ücretsiz izinle 8 haftaya kadar uzatma olanağı için mücadeleye katkıları?..

– FİDEF’in göçmen işçi çocukların eğitim sorunu üzerine çok geniş bir öğretmen ve eğitim uzmanı çevre oluşturarak zincirleme birçok kentte düzenlediği konferanslar ve eylemler de unutulmamalı. Bu konferanslardaki tartışma ve kararlar en sonunda merkezi bir konferansla çözüm önerileri olarak ortaya kondu ve ilan edildi. İki dilli broşürler yayınlandı. Bu çalışmalar sonunda Almanya’da eğitim programlarında değişiklikler yapıldı. Dil bilmedikleri için işçi çocuklarının engelliler okullarına gönderilmesine son verildi!..

-Yabancı kadınlar arasında yaygın olan psikolojik sorunların göçle, izolasyonla, ikinci sınıf insan muamelesiyle ve tabii baskıyla doğrudan ilintisini irdeleyen ilk ses getiren konferansı da Türkiyeli ve Yunanlı yoldaşlar elbirliğiyle düzenlemişlerdi. Sorunun hastanelerde gündeme gelmesi böylece başladı. Bu noktada, konuyu Almanya’da ilk kez bilimsel olarak inceleyen, fakat çok yıllar önce aramızdan ayrılmış olan yoldaşımız Dr. Serol Teber’i de sevgiyle anmak isterim.

– Ya Bedelli Askerlik Yasası ardından yükselen eylemler? Konsolosluklar önünde günlerce süren protestolar. Noterden tastikli 460 bini aşkın imza… Sonunda 10 bin Alman Markı olan bedelin 2 bin Alman Markı’na indirilmesi!.. Sadece bu da değil. Almanya’yı ilgilendiren çok daha önemli bir sonucu var: Askere giden gençlerin işyerlerinin, döndüklerinde tekrar kendilerine verilmek üzere muhafaza edilmesini zorunlu kılan federal yasanın onaylanması!..

– Yeşillerin parti programındaki “Yabancı İşçiler” maddesinin tümünün FİDEF’in devamı olan GDF belgelerinden doğrudan alıntılanmış olduğunu da not edeyim. Eh, böylece sol kisvesine bir makyaj daha yapmış oldular. Örnekler daha pek çoktur…

Bazı doğruları öne çıkarmak adına son yıllarda daha sık yineliyoruz. Gelen ilk kuşak köyden kalkıp buraya gelmedi. Sen ne diyorsun? 

CEMİL FUAT HENDEK: Evet, tamamen üstünden atlayıp geçmeye çalıştıkları bir gerçek bu. İlk gelen işçilerin tamamı uzman işçilerdi! Türkiye kapitalizminin istihdam edemediği tornacı, tesfiyeci, kaynakçı, matbaa işçisi, kömür havzalarından kopup gelen madencisi… Aklınıza ne gelirse, her türden kalifiye işçi… Her ne varsa topladılar. Sadece sağlık muayenesinden geçirmekle yetinmediler. Bu nokta hep atlanıyor. Aynı zamanda Almanya’daki üretim süreçlerine uyumlaştırmak üzere önce Türkiye’de bir kursa tabi tuttular.

Bu arada adı bile anılmayan bir kesim daha var: Kadınlar! Özellikle tekstilde, elektronik ve gıda sanayiinde çalışmak üzere az kadın mı geldi? Bunların ayırımsız tümü büyük kentlerden geldi. Önemli bir kısmı da Türkiye’deyken çalışmaktaydı. Yani Alman emperyalizmi tipik bir iş yapmış oldu: İlk aşamada Türkiye’nin yetişmiş insan kaynaklarını talan etti!

ALMANYA’YA MÜCADELE İTHAL EDİLDİ

Nitekim gazeteci-belgesel sinemacı Orhan Çalışır da Türkiye’den gelen işçilerin “beraberlerinde Almanya’ya getirdikleri deneyler”e değiniyor. 

CEMİL FUAT HENDEK: Çok haklı. Bu noktada bir süre önce kaybettiğimiz sendikacı Yılmaz Karahasan’dan dinlediğim bir notu aktarmak isterim. Almanya’ya ilk geldiğinde işçiler “grev var” deyip, şalterleri indirerek evlerine gidiyorlarmış. “Grevde sadece üretimi durdurmak değil, fabrika kapılarını kapatıp içeride kalmak, grev çadırları kurmak, grev gözcüsü önlükleri giymek, davul zurnalarla halaylar çekmek, çorbalar kaynatmak… Almanlar bunların hepsini Türk işçilerden öğrendiler,” demişti Karahasan bir seferinde.

Ama kırsal bölgelerden de bir akım oldu…

CEMİL FUAT HENDEK – Oldu tabii… Ancak Türkiye’deki kırsalın Almanya’ya sökün etmesi daha sonraları, asıl olarak 1973’ten, üstelik işçi alımının sözüm ona sonlandırılmasından sonra yoğunlaştı. Daha sonra da Türkiye’nin doğusunda Kürtlere yönelik baskılar arttığında da“Kürdüm, baskı görüyorum,” diyen herkese neredeyse sorgusuz sualsiz iltica hakkı tanıdılar. Kırsalın yığılması asıl bu döneme rastlar.

Sonuçta tarihi bu anlamda tersyüz edecek bir girişime gereksinim duyulduğunu sen de söylüyorsun. Neler yapılabilir? Neler yapılmalı daha doğrusu?

CEMİL FUAT HENDEK: Bu soru bizi sohbetimizin başına geri götürür. Söylemiştim: Anahtar sınıfsal bakıştadır. Öte yandan konu o kadar çok yanlı ki… Toplumsal yaşamda olduğu gibi, saymakla bitmez. Bir kere sürece müdahale eden sadece Federal Almanya devleti değil. Aynı zamanda T. C. devleti ve her iki tarafın hükümetleri. Karşılıklı anlaşmalar, yasalar, kararnameler, Türkiyelilere yönelik olarak uygulamaya konan projeler. Bunların yarattığı sonuçlar… Derken tek tek siyasal partiler. Her iki taraftan da donatılan ve işçilerin üstüne salınan kurumlar. Bunların kurduğu tuzaklar. Resmi tarihte bunlara ilişkin çarpıtmalar. Her birini ele almak, doğrusunu bulmak bir, iki kişinin harcı değil. Resmi tarih sayfalarını satır satır yeniden yazmak gerekir. Bu da sadece araştırma, inceleme sorunu değil, aynı zamanda iktidar sorunudur. Tabii bu söylediğimden karamsarlık çıkmasın. Atılacak ilk adımlarla çıkılacak o yola.

SENDİKAL TUZAKLAR 

Tuzaklar olduğuna dikkat çektin. Bunlar arasında özellikle bizleri ilgilendirenler nelerdi sence?

CEMİL FUAT HENDEK: Türkiyeli işçilerin özeline gelmeden önce, ülkedeki tüm işçi sınıfını ilgilendirenler var. Tabii o nedenle baştan itibaren bizi de etkiledi. Neresinden başlamalı ki? Örneğin sendikalar. Almanya işçi sınıfının engin bir mücadele tarihi var. Burada sendikalar da yer alıyor. Ama sadece bizim açımızdan olumlu anlamda değil. Geçmişlerinde bolca karanlık sayfa da var. Nazilerin iktidara gelişiyle birlikte aldıkları tutum örneğin. Her dönemde sosyal demokrasinin ihanetinin çok önemli bir taşıyıcısı olmuşlar. Bugün de bu görevi başarıyla sürdürüyorlar.

Benden burada sadece bir anekdot: Yıl 1977. O yıl Rüsselsheim’daki Opel Otomobil Fabrikası’nda İşyeri Konseyi’ne girecek işçi temsilcilerinin seçimleri yaklaşmaktaydı. Her seferinde binlerce işçinin katıldığı dev işyeri toplantıları yapılıyor, bu toplantılarda hararetli tartışmalar, hatta kavgalar oluyordu. O fabrikada çalışmakta olan birkaç yoldaşımızla bir hazırlığa giriştik. O toplantılara konuşmacı olarak iki yoldaşımızı hazırlamaya karar verdik. Mainz’daki evimizde mikrofon bir teyp, hoparlörler vb. ile bir ses düzeni kurduk. Yoldaşlarımız önce her hafta bize geldiler. Eşim İzel’in de katkılarıyla onlara diksiyon dersi verdik. Nefes alma egzersizleri yaptırdık. Geniş topluluklar karşısında “nutuk atma” alıştırmaları yaptırdık. Fabrikadaki sorunlar üzerine konuşmalar hazırladık. Yoldaşlar bunları nutuk gibi okurken banda aldık. Kendilerine dinlettik. Nerede vurgu yapacaklar, nerede susacaklar, nerede alkış gelebilir, hangi alkışı beklemeli, hangisinde el kaldırıp dinleyicileri susturarak devam etmeli, falan…

Bir sürü incelik üzerinde duruldu. Tekrar tekrar provalar yapıldı. Sonraları yoldaşlar konuşmalarını kendileri hazırlamaya başladılar. Hatta bir yoldaşımız o denli ilerledi ki, doğaçlama konuşmalar yaparak binlerce işçinin tercümanı olmayı, bolca alkış ve tezahürat almayı başarır hale geldi. O artık işyeri toplantılarının bir numaralı konuşmacısıydı.

Neyse işte, önseçimler geldi çattı. O sırada fabrikada haklı olarak kendi temsilcilerini seçtirmek isteyen Yugoslav, Yunanlı, Portekizli ve İspanyol işçiler de vardı. Almanlar arasında SPD’lilerin hâkimiyetindeki IG Metall de tek değildi. Maocu çizgideki KPD-ML, IG Metall’i sarı sendika olarak suçluyor, karşı listeler hazırlıyor, “Kommunistischer Bund” ayrı bir sendika kurmayı öneriyor, “Alternative” hareketi de ayrı faaliyet yürütüyordu. Biz tabii aynı zamanda DKP’li yoldaşlarla birlikte sendikal birliğe zarar veren bu tür hareketlere karşı da mücadele ediyorduk.

Öte yandan Türkiyeliler arasında da tabii ki, sadece biz yoktuk. MHP’li faşistler bir yanda, dinciler öte yanda boş durmuyorlar, harıl harıl çalışıyorlardı. Ama… Önseçimlerde çalışmalarımızın semeresini gördük. O yoldaşımız 58 işçi temsilcisi arasında 28’inci sıraya girecek kadar oy aldı. Bu çok önemi bir başarıydı. Göründüğü kadarıyla üretimden muaf tutulacak, tüm çalışmalarını işçi  haklarına yoğunlaştırabilecekti. Sevincimiz sonsuzdu.

SÖZÜN BİTTİĞİ YER 

Sonunda heyecanla beklediğimiz sendika listesi açıklandı. Bir de ne görelim? Yoldaşımızı listenin sonlarına atmışlar. Tam onun yerine de MHP’li ve kararlı bir faşist olduğu fabrikada herkesçe bilinen, adını şimdi tam anımsamadığım (Mustafa Karaoğlu muydu acaba?) birini yerleştirmişler. Alnımızdan vurulmuşa döndük! IG Metall bunu nasıl yapabilirdi bize? Genciz, delikanlıyız… Bir koşu işyeri konseyi başkanına ulaştık. Ben kelimenin gerçek anlamında yakasına yapışıp herifi sarsmaya başladım. Müller idi galiba adı. Rüsselsheim SPD örgütü sekreteriydi aynı zamanda. Benden bir baş büyük herif hiç füturunu bozmadı. Yakasını kurtarmaya bile çalışmadı. Sadece bir adım geriye attı. Gri gözleriye bana yukarıdan bakarak sükûnetle konuştu: “Biz Mustafa’yı tanıyoruz. O bir Bozkurt. Ama sizin arkadaşınız da bir komünist! Biz Mustafa’yı her zaman kontrol altına alabiliriz. Ama komünisti kontrol edemeyiz. Tartışma burada bitmiştir.” (Tam Almancası: “Ende der Aussage!”)

Tartışma gerçekten orada bitti. Çünkü söylenecek laf kalmamıştı. O sıralarda IG Metall sekreteri olan Yılmaz Karahasan dostumuzun da yapacağı bir şey yoktu. O yıllarda solcu, mücadeleci üstelik kendi iş dalında dünyanın en büyüğü olarak yere göğe sığdırılamayan, metal işçilerinin iftihar ettikleri sendikası IG Metall’i ben işte böyle tanıdım. Daha sonraki yıllarda Alman Sendikalar Birliği çatısı altında başka sendikalarla ilgili yaşadıklarım ve gözlemlediklerimin önemli kısmı utanç vericidir.

“İşyeri Konseyi”? Böyle bir kurum mu vardı o zamanlar?

CEMİL FUAT HENDEK: Halen de var. Ama Türkçede işçileri aldatan bir isim vermişler ona. Almancada bir yanda burjuvazinin, öte yanda sınıfına ihanet eden solun katkılarıyla bir dizi manipülatif kavram dolaşıp durmakta. Bunlar arasında, her zaman sinirime dokunan, sendikacıların da kullanmakta ısrar ederek gelecek nesillere taşıdıkları bir tanesi de budur. Bu kurumu Türkiyeli işçilere “İşçi Temsilciliği” olarak tanıttılar. Tam bir manipülasyon! Adının Türkçe kelime karşılığı bu olmadığı gibi, yarattığı şehir efsanesinin tersine, temel görevi de işçileri temsil etmek değildir.

Federal İşyeri Teşkilat Kanunu çerçevesinde işyerlerinde oluşturulan bu kurumun Türkçe karşılığı “İşyeri Konseyi”dir ve böyle anılmalıdır! Çünkü, yaygınlaştırılan bu şehir efsanesine inanan çokların sandığının tamamen dışında, kanunun öngördüğü bambaşka bir iştir:

Bir: Öncelikle, bu konsey sadece işçi temsilcilerinden oluşmaz. Orada patron temsilcileri de yer alır!

İki: Konseyde yer alan işçilerin sendikalı olma zorunluluğu da yoktur. Aksine, patronların her seçimde sendikasız, patrona boyun eğecek işçileri seçtirmek için çaba gösterdikleri, yatırımlar yaptıkları, dahası, güçleri yettiğinde baskı uyguladıkları da bilinmesi gereken bir gerçektir.

Üç: Geçmişte işçi haklarını dişiyle tırnağıyla savunacağı bilinen işçilerin seçilmesini engelleyen sadece patron tarafı olmadı. Sendikalar da her zaman -üstelik en solcu göründükleri dönemlerde bile- samimi solcu, sosyalist, komünist işçilerin önüne engeller koymakta pek mahir oyunlar sergilediler. Biraz önceki anımı herkes bir tarafa kaydetsin.

Dört: Yasaya göre bu konseyin en temel görevi işçilerin hakkını korumak değildir! Konseyin en temel görevi o işletmede “iş barışını tesis etmek”, “işletmenin sağlıklı işlemesini, üretimin en optimal şekilde yürümesini sağlamaya katkı koymaktır!..”

ALMAN DEMOKRATİK CUMHURİYETİ HEP MASADA

Karşılıklı iki ülkenin etkilerinden bahsediyordun. Bir de Alman Demokratik Cumhuriyeti (ADC) var bu cepheleşmenin içinde…

CEMİL FUAT HENDEK: Çok önemli. Soğuk Savaş yıllarında Federal Almanya’nın başlıca kompleksiydi. Bir sendika sorumlusu sonradan itiraf etmek zorunda kaldı: ADC, tüm toplu sözleşmelerde görünmeyen bir taraf olarak masada oturmaktaydı. Çünkü, burjuva basınının propagandasına karşın, haklar açısından ADC’nin işçilere sunduğu her zaman daha fazla bir şeyler vardı. Kapitalizm bu rekabete yanıt vermek zorundaydı.

İstedikleri kadar inkâr etmeye yeltensinler. O yıllarda sendikaların elde ettiği belli haklar ve ücret zamlarında ADC’nin çok, ama çok katkısı vardı. Nokta!

Nitekim ADC’nin işgal edilişinin hemen ertesinde sendikaların ne denli pespaye hale geldiklerini gördük. O günden bu yana, enflasyon oranına yaklaşabilen tek bir toplu sözleşmeye bile imza atmış değiller! İstisnasız her toplusözleşmede işçilerin reel ücretlerinin, alım güçlerinin düştüğünü gözlemlemiş olmalı bazı arkadaşlar… Bu eğilimi ADC’nin yokluğuyla nasıl bağlantılandıramazlar, anlamış değilim.

Değinip, geçtiğin bir nokta dikkatimi çekti: “Türkiyelilere yönelik projeler”. Ne gibi projeler uygulandı ki?

CEMİL FUAT HENDEK: Bence en geniş kapsamlı ve korkunç olanı “Uyumlaştırma Projesi”dir! Federal devlet “Integration” diye diye Türkiyelilerin asıl uyumunu engelledi. Şimdilerde nispeten kendi içine kapalı bir azınlık haline dönüştülerse bunda bir yanda T.C. devletinin çabaları var, diğer yanda da bu sözde uyumlaştırma projesinin izleri.

Çok büyük bir iddia bu. Her fırsatta yabancıların -özellikle Türkiyelilerin- topluma uyumunu sağlamak için büyük çabalar gösterildiğinden bahsedilir.

CEMİL FUAT HENDEK: Çabanın büyüklüğünü tartışmıyorum. Üstelik yüz milyonlarca mark yatırım da yaptılar. Sorun, Alman devletinin, düzen partilerinin uyumlaştırmadan ne anladığı ve neyi hedeflediği idi. Aralarında görünen ve tartışılan farkları sakın abartmayalım. İdeolojik olarak birleştikleri en temel hedefleri farklı formüle ediyorlardı. Hepsi bundan ibaretti.

Şimdi “Ne uyum vardı, neyi engellediler?” diye soracaksın. Hemen söyleyeyim. Türkiyeli işçiler bu ülkeye adım attıkları anda sanayideki üretim süreçlerine uyum sağladılar. Harıl harıl çalışmaya başladılar. O yıllarda hiç kimsenin şikâyeti oldu mu? Bunlar çalışamıyor, tembellik ediyor, beceriksizler, kaza yapıyorlar, makineleri bozuyorlar falan gibi bir şikâyet duyuldu mu? Hayır. Demek ki uyum tamdı! Bu, birincisi.

İkincisi ve en önemlisi ise bilinçli olarak görmezden geliniyor, yok sayılıyor. Çünkü devletin uyumlaştırma projesi işte bu ikinci ve asıl can alıcı uyumu yerle bir etti. Türkiyeliler gelir gelmez, ama bilerek, ama bilmeyerek sendikalara üye oldular. Ondan sonra da bu üyeliğin gereğini yerine getirmeye başladılar. En başta hiç de yabana atılmayacak bir parayı aidat olarak ödediler. Sendikanın gel dediği yere gittiler. 1970’li yıllardaki grevlere, direnişlere bakın. Arşivlerdeki fotoğrafları tetkik edin. Her yerde “Kara Kafalar”ı göreceksiniz. Bu, uyum değil miydi? Uyumdu tabii. Hem de düzenin sahipleri açısından uyumun en tehlikelisiydi. İşçi sınıfının uyumuydu! Uyum projesi işte bu uyumu sonlandırdı. Sendikalar da -doğrusu bu ya- uyumun devamı için parmaklarını kıpırdatmadılar.

UYUMUN EKSENİ ETNİSİZM Mİ?

Meşhur projede uyumun odağı başka yerlerde kaydırıldı. Hep birlikte Almanya’nın düzenine uyarken kültürel çeşitliliği kabullenmekten bahseder oldular. Tek tek projeler içinde etnik farklılıkların kabulü, geleneksel farklılıklara saygı, dinsel ve ibadet özgürlüğü konuşulur oldu. Hele bu sonuncusu tüy dikti. Dinci odakları, gericilik yuvalarını muhatap kabul ettiler. Bunların derneklerini, federasyonlarını ve ibadet yerlerini eyalet ve belediye kasalarından bolca fonlayarak kendi kontrolleri altına almaya çalıştılar. Örneğin cami yapımlarına milyonlar bağışladılar. Asıl mesele, bu insanların ideolojik olarak belli bir kapsam içine alınmasıydı. Bu şamata arasında işçi sınıfından bahsetmeye bir karış alan bırakmadılar. Herkes buyursun, etrafına baksın. Sonuç ortada. Uyum tamdır!

Uyumdan, İslam’ın Almanya’nın bir parçası olduğu tezini mi kastediyorsun?

CEMİL FUAT HENDEK: Aslında Alman emperyalizminin İslam’la ilişkisi de çok eskiye dayanan, kapsamlı ve derin bir konu. Kendi ülkesinin sınırlarının çok ötesine taşıyor. Türkiye başta olmak üzere İslam camiasına yönelik niyetlerini de hesaba katmak gerekiyor. Bu da başka bir sohbet konumuz olsun.” (Sol Haber-Yeni Posta)

Relevante Artikel

Back to top button
Fonds Soziales Wien
Cookie Consent mit Real Cookie Banner