Birol Kılıç, Viyana’dan gözlem ve analizler, 07.11.2025
Bazı hikâyeler vardır ki, yalnızca tarih kitaplarında değil, zamanın kendisinde yankılanır. Habsburg hanedanının 100 yıl boyunca sessizce sakladığı mücevher hazinesi, Kanada’nın Quebec eyaletinde bir banka kasasında ortaya çıktığında, yalnızca tarihçiler değil, zamanın kendisi de durup düşünmek zorunda kaldı. İçinde 137,2 karatlık efsanevi Florentiner elmasının da yer aldığı bu hazine, şimdi yeniden Avusturya’nın mülkiyet tartışmasının merkezinde. Ama bu yalnızca bir mücevherin bulunma hikâyesi değil; bu, sürgünün, sessizliğin, hafızanın ve mülkiyetin iç içe geçtiği bir anlatı.
Bir bavulun içine sığan imparatorluk
1918 sonbaharında, Avrupa’nın kalbinde Viyana merkezli Avusturya Macaristan gibi takribi 600 yıllık bir imparatorluk sessizce çökerken, saray koridorlarında yankılanan adımlar yerini fısıltılara bırakmıştı.
1918 sonbaharında, savaşın yorgunluğuyla çöken Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun külleri arasında yeni bir devlet doğuyordu: Deutschösterreich (Almanca konuşan Avusturya). Bu isim, imparatorluğun çok uluslu yapısından arındırılmış, yalnızca Almanca konuşan bölgeleri kapsayan bir cumhuriyet fikrini temsil ediyordu. Ancak bu yeni cumhuriyetin doğumu, yalnızca bir rejim değişikliği değil, aynı zamanda Habsburg Hanedanı’nın tarih sahnesinden silinişinin de başlangıcıydı. 1919’da kabul edilen Habsburgergesetz ile hanedan üyeleri sürgüne gönderildi, mülkleri devlete aktarıldı ve Avusturya, monarşiden cumhuriyete geçişini hukuki olarak da tamamlamış oldu.
Yeni doğan cumhuriyet, yalnızca bir siyasi sistemin değişimi değil, kolektif hafızanın yeniden yazılmasıydı. Deutschösterreich (Almanca konuşan Avusturya) adıyla başlayan bu geçiş, çok uluslu bir imparatorluktan tek dilli bir ulus-devlete evrilmenin sancılı ama tarihsel olarak kaçınılmaz bir adımıydı. 1919’da “Avusturya Cumhuriyeti” adını alan bu yapı, önce monarşinin gölgesinden kurtulmak, sonra da kendi kimliğini inşa etmek zorundaydı. Birinci Cumhuriyet (1918–1934) bu arayışın ilk denemesiydi; İkinci Cumhuriyet (1945–günümüz) ise savaşın küllerinden doğan daha kalıcı bir cevaptı. Her iki dönem de, geçmişle hesaplaşmanın ve geleceği kurmanın birbirine dokunan yüzleriydi. Avusturya Cumhuriyeti’nin sancılı, savaşların etkisiyle travması hâlâ süren bu şanlı kuruluş sürecini bilmek, Avusturya’yı anlamak için vazgeçilmezdir.
1914–1918 dönemini ele alan Rot-Weiß-Rot adlı kitabımızda bu konuyu yayınevi olarak kapsamlı biçimde işledik. “Birinci Dünya Savaşı’nda Avusturya-Türk İşbirliğinden Kesitler – Kırmızı-Beyaz Silah Kardeşliği” alt başlığıyla hazırlanan çalışma, Avusturya ve Türkiye ulusal kütüphanelerinden ve basın arşivlerinden elde edilen geniş kaynaklara dayanarak Türkçe olarak yayımlandı. Yakında, Viyana merkezli Neue Welt Verlag tarafından Almanca baskısı da yayımlanacak.
• 1918 – Deutschösterreich (Alman Avusturya): Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun çöküşüyle birlikte, 12 Kasım 1918’de Almanca konuşan bölgelerde Deutschösterreich adıyla cumhuriyet ilan edildi.
• 1919 – Republik Österreich: 1919 Saint-Germain Antlaşması ile “Deutschösterreich” adı yasaklandı, devletin adı Republik Österreich (Avusturya Cumhuriyeti) olarak değiştirildi.
• 1918–1934 – Birinci Avusturya Cumhuriyeti: Parlamenter demokrasi dönemi.
• 1945–günümüz – İkinci Avusturya Cumhuriyeti: II. Dünya Savaşı sonrası yeniden kurulan demokratik cumhuriyet.
Avusturya Habsburg İmparatorluğu’nun çöküşüyle birlikte 1918’de gizlice yurt dışına çıkarılan mücevherler, 100 yıl sonra Kanada’da gün yüzüne çıktı. Nasuna Stuart-Ulin
3 Nisan 1919: Bir kanun, Habsburg hanedanın sonu
Avusturya’nın geçici Avusturya Cumhuriyeti Ulusal Meclisi, 3 Nisan 1919 tarihinde tarihe “Habsburgergesetz” ( Habsburg Kanunları) olarak geçecek olan şu yasa çıkarıldı: “Habsburg-Lothringen Hanedanı’nın sınır dışı edilmesi ve tüm mal varlıklarının Avusturya Cumhuriyeti’ne devri hakkında yasa”
Bu yasa, yalnızca bir mülkiyet düzenlemesi değildi. Aynı zamanda bir siyasi ve sembolik kopuştu. Yeni Avusturya Cumhuriyet´i , monarşinin geri dönüş ihtimalini kökten ortadan kaldırmak istiyordu. Bu nedenle yasa üç temel hüküm içeriyordu: Sürgün: Habsburg ailesinin tüm üyeleri, Avusturya topraklarından süresiz olarak sınır dışı edildi. Mülkiyetin Devri: Hanedanın taşınmazları, sarayları, koleksiyonları ve hazineleri Avusturya Cumhuriyeti’ne geçti. Vatandaşlık Şartı: Aile üyeleri, ancak cumhuriyeti tanıdıklarını ve tüm siyasi iddialarından vazgeçtiklerini açıkça beyan ederlerse ülkeye dönebileceklerdi.
Bu yasa, 10 Nisan 1919’da yürürlüğe girdi ve 1920’de anayasal statüye kavuşarak Avusturya’nın temel Anayasal hukuk düzenine yerleşti.
Zita’nın Gözünden: Bir Kraliçenin sürgünü
Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun son İmparatoriçesi Zita, bu yasayı yalnızca bir siyasi karar değil, bir aşağılama olarak gördü. Eşi son İmparator Karl I ile birlikte çoktan İsviçre’ye geçmişlerdi ama bu yasa, geri dönüş kapılarını kapatıyordu. Zita, çocuklarını – aralarında geleceğin Avrupa Parlamentosu üyesi aile cenazesine 2011 yılında aile kabristanında katıldığım Otto Habsburg da vardı – bir daha asla Viyana’da büyütemeyeceğini biliyordu. Saraylar gitmişti, ama asıl yitirilen şey, bir hanedanın yüzyıllardır süregelen meşruiyetiydi. Habsburg ailesinin ana aile kabristan olarak anılan mezarlığı, Viyana’daki birinci Viyana’da Neumarkt’da bulunan Kapuçin Manastırı altındaki İmparatorluk Mahzeni (Kaisergruft) olarak bilinir. Burada 150’den fazla Habsburg hanedanı üyesinin lahitleri, vazoları ve anıt mezarları yer almakta olup, mekân aile tarihinin yüzyıllar boyunca süregelen izlerini taşıyan önemli bir merkez niteliğindedir. Bir yayıncı olarak tesadüfler aslında bir yayıncı olarak bu satırının yazarını üç eseri Habsburg Lohtringer ailesinin önemli bireyleri kitap yayınlama fırsatı verdi ve tarihi sadece İstanbul İmparatorluk merkezinden değil Viyana İmpatorluk merkezinden görmemi , okumamı ve bilgi edinme fırsatı ve aslında şansı verdi.
Geçtiğimiz yıl yayınladığımız eserlerden biri, Osmanlı ve Fatih Sultan Mehmet’in de yer aldığı, ön sözümüzde yazarı adına hakkını teslim ettiğimiz “„Konstantin’in Şövalyeleri – Konstantin Şövalyelik Tarikatının Tarihi” adlı çalışmaydı. Diğer eserler ise „Kırmızı Şövalyeler“ ve „In hoc signo vinces“ başlıklarını taşıyor.
Bu kitaplarda özellikle barış yanlısı Habsburg-Lothringer ailesinin İsviçre ve İtalya’nın Toskana bölgesindeki kolunun liderliğini üstlendiği, köklü ve tarihi şövalye tarikatları ele alınıyor. Bu tarikatların tarihsel bağlamında Türkler ve Osmanlılar da önemli bir yer tutuyor.
Bu eserlerin bize yayıncı olarak teslim edilmesinin temel nedeni, Almanca literatürde özellikle bu alanda sahip olduğumuz ustalık düzeyindeki imzamız, kalite anlayışımız ve denetim, üretim ve yayma konularındaki güçlü altyapımızdır. Ekibimizin bu alandaki yetkinliği de bu güvenin oluşmasında etkili oldu.
Habsburg-Lothringer ailesinin son imparatoru ve imparatoriçesinin kuzenleri ve yakın akrabalarıyla tanışma fırsatımız oldu. Dikkatimi çeken en önemli özellikleri, gösterişten uzak, alçakgönüllü tavırları; giyim-kuşam ve düşünce tarzları açısından oldukça yüksek bir kültürel düzeye sahip olmalarıydı. Özellikle Türkiye’den hepsinde değil ama „bazı Osmanlı soyadını taşıyanlardan utanarak(Zum Fremdschämen)“ gördüğümüz .“görmemişlik”, “Katolik Hristiyan din bezirgânlığı” ya da “ben hanedan soyadı taşıyorum” gibi kültürsüzlük kokan davranışlardan tamamen uzak durmaları, bu aileye duyduğum saygıyı daha da artırdı. İşte bu yüzden Avusturya’da Habsburg yasasının detaylarını anlatmak önemi taşıyor.
20. Yüzyıl Boyunca süren yasak
Avusturya Cumhuriyeti Habsburg Yasası, 3 Nisan 1919 tarihli ve “Haus Habsburg‑Lothringen’in sınır dışı edilmesi ve mal varlığının devri” hükmünü taşıyan yasadır. Türkiye Cumhuriyet’in ise bundan takribi dört yıl sonra 3 Mart 1924 tarihli Kanun 431, Halifeliğin kaldırılması ve Osmanlı Hanedanı üyelerinin Türkiye sınırları dışına çıkarılması ile ilgili hükümlerdir. Türkiye Cumhuriyeti’nin 1924 tarihli Osmanlı Hanedanı sürgün yasasının, Avusturya’nın 1919’daki Habsburg Yasası’ndan doğrudan alındığına dair kesin bir belge veya resmi danışmanlık kaydı bulunmamaktadır. Ancak iki yasa arasında dikkat çekici yapısal ve tarihsel benzerlikler vardır.
Avusturya’da Habsburg Yasası (1919) ne diyor?
Yasa Tarihi: 3 Nisan 1919
İçerik: Avusturya Cumhuriyeti, Habsburg Hanedanı üyelerinin tüm egemenlik haklarını kaldırdı ve ülke dışına sürülmelerini öngördü.
Koşul: Geri dönmek isteyenlerin, cumhuriyeti tanıdıklarını ve tüm hanedan haklarından feragat ettiklerini yazılı olarak beyan etmeleri gerekiyordu.
Amaç: Monarşinin geri gelmesini engellemek ve yeni cumhuriyetin temellerini korumak.
Habsburg Yasası, 20. yüzyıl boyunca yürürlükte kaldı. 1935’te kısa süreliğine kaldırıldıysa da, 1945’te Nazi döneminin ardından yeniden yürürlüğe kondu. 1996 yılına kadar, Habsburg ailesinin bazı üyeleri Avusturya’ya adım dahi atamadı. O yıl yani 1996 yılında, hükümet Felix ve Carl-Ludwig Habsburg’a ülkeye giriş izni verdi. Ancak mülkiyet hakları üzerindeki kısıtlamalar büyük ölçüde devam etti.
Bir Cumhuriyetin hafızası, bir hanedanın gölgesi
Habsburg Yasası, yalnızca bir hanedanın değil, bir ulusun kendi geçmişiyle hesaplaşmasının da belgesidir. Cumhuriyet, monarşinin gölgesinden kurtulmak için hanedanın fiziksel varlığını değil, tarihsel meşruiyetini de silmek istemişti. Ancak zaman, her şeyi unutturmuyor. Bugün Florentiner elmasının yeniden ortaya çıkışı, yalnızca bir mücevherin değil, bu yasanın ve onun doğurduğu tarihsel kırılmanın da yeniden tartışılmasına neden oluyor.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun son hükümdarı Karl I, tarihin ağırlığını omuzlarında hissederek, güzel ve zarif eşi Kraliçe Zita’ya küçük ama kader belirleyici bir görev verdi: hanedanın yüzyıllar boyunca biriktirdiği mücevher hazinesinin en değerli parçalarını bir bavula yerleştirip İsviçre’ye göndermek.
Bu, yalnızca bir kaçış değil, aynı zamanda bir hafızanın korunmasıydı. Beş ay sonra, Mart 1919’da imparatorluk ailesi de sürgün yoluna düştü. Yanlarında yalnızca daha sonra aile cenaze merasimine 2011 yılında tek Türk olarak katılacağım Otto Habsburg adlı çocukları değil, geçmişleri de vardı. O küçük bavulun içinde, İmparatoriçe Elisabeth’in elmaslarla süslü tacı, Maria Theresia’nın miras bıraktığı taşlar, hanedanın simgesi olan Altın Vlies nişanı ve hepsinden önemlisi, sarımsı ışığıyla tarihin en büyük sessiz tanıklarından biri olan 137,2 karatlık devasa Florentiner elması bulunuyordu.
Bu taş, yalnızca bir mücevher değil; bir hanedanın son ışığı, bir kadının direnişi ve bir çağın kapanışını simgeliyordu. Florentiner, o gün bir bavula sığdı. Ama aslında, bir imparatorluğun onurunu, hafızasını ve geleceğe dair sessiz bir vasiyeti taşıyordu.
Son İmparatoriçe Zita’nın sessiz vasiyeti
Zita, yalnızca bir imparatoriçe değil, aynı zamanda bir hafıza bekçisiydi. Mücevherleri satmak onun için bir seçenek değildi. Onlar, tarihin dokunulabilir parçalarıydı. Bu yüzden, eşinin 1922’deki ölümünden itibaren en az 100 yıl boyunca bu hazinenin varlığının açıklanmamasını vasiyet etti. Zita’nın bu sessizliği, yalnızca güvenlik değil, aynı zamanda zamanla yapılacak bir yüzleşmenin hazırlığıydı. Ve bu yüzleşme, 2024’te Karl Habsburg-Lothringen’in kuzenlerinden aldığı bir bilgiyle başladı.
Kanada’da korunan bir sır
Aile, Nazi zulmünden kaçarken 1940’ta Kanada’ya ulaştı. Mücevherler, Quebec’te bir banka kasasına kaldırıldı. Onlarca yıl boyunca yalnızca birkaç kişi yerini biliyordu. Florentiner elması, 1920’lerden beri kayıp kabul ediliyordu. Şimdi, bu taş yeniden gün yüzüne çıkıyor. Christoph Köchert, Habsburg Sarayı’na 1814’ten beri mücevher üreten ailenin altıncı kuşak temsilcisi olarak Kanada’ya gidip taşı inceledi. Kesim deseni, tarihsel kaynaklarla birebir örtüşüyordu. Efsane, gerçeğe dönüştü.
Florentiner: Bir taşın felsefesi
Florentiner elması, yalnızca bir mücevher değil, bir anlatıdır. Toskana’dan Avusturya’ya, Hofburg’dan İsviçre’ye, oradan Kanada’ya uzanan bir yolculuk. Elmasın etrafında dönen söylentiler – çalındığı, parçalandığı, satıldığı – aslında bir hanedanın unutulmak istenen geçmişine dair kolektif bir bilinçaltıdır. Elmas, Maria Theresia’nın eşi Franz Stephan von Lothringen aracılığıyla Habsburgların mülkiyetine geçmişti. “Florentiner” adı da buradan geliyor. Birinci Dünya Savaşı’na kadar Hofburg’un tonoz salonunda sergilenen taş, monarşinin çöküşüyle birlikte tarihin gölgelerine karıştı.
Mülkiyetin felsefesi – Cumhuriyet mi, hanedan mı?
Ama şimdi, taş yalnızca tarihsel değil, hukuki bir tartışmanın da merkezinde. Avusturya’da 1919 ve 1921’de yürürlüğe giren Habsburg Yasaları, hanedanın tüm mal varlığını devlet mülkiyeti ilan etmişti. Bu yasalar, mücevherler yurtdışında olsa bile geçerliliğini koruyor. Kültür Bakanı Andreas Babler, Florentiner elmasının Avusturya Cumhuriyeti’ne ait olduğunu kanıtlamak için Kanada Büyükelçiliği ile temas kurduklarını açıkladı. Eğer taşın mülkiyeti Avusturya’ya geçerse, bu yalnızca bir elmasın değil, bir geçmişin geri alınması anlamına gelecek.
Habsburg ailesi ise mücevherleri Kanada’da sergilemek istiyor. Onlara göre Kanada, 1940’ta aileye kucak açtı, şimdi de geçmişlerine ev sahipliği yapıyor. Mücevherler, bir tröst fonu kapsamında halka açılacak. Bu, yalnızca bir sergi değil, bir teşekkür. Ama bu teşekkür, hukuki bir çatışmanın gölgesinde duruyor. Cumhuriyetin yasaları ile hanedanın hafızası arasında sıkışmış bir taş: Florentiner.
Ve belki de asıl soru şudur:
Bir mücevher, yalnızca kime ait olduğu ile mi tanımlanır?
Yoksa onu taşıyan ellerin niyeti, onu koruyan sessizliğin süresi ve onu saklayan ülkenin vicdanı da mülkiyetin bir parçası mıdır?
Bilmiyorum… O kararı sizlere bırakıyorum.
Diğer kaynaklar
https://www.yenivatan.at/son-avusturya-macaristan-imparatoru-veliahti-otto-von-habsburg-ve-tuerkler/
https://www.turkischegemeinde.at/auch-muslime-erwiesen-otto-von-habsburg-die-letzte-ehre/
