GÜL BABA VE TAHTA KILICI

 

Viyana merkezli yayınevimiz „Neue Welt Verlag“ ve Yeni Vatan Gazetesi’nin birlikte yayınladığı Kırmızı Beyaz Kırmızı adlı eserin yazarı İsmail Tosun Saral’ın, “Gül Baba ve tahta kılıcı” başlığıyla toparladığı önemli makalesi şöyle [0] :

İsmail Tosun Saral [1]

GÜL BABA VE TAHTA KILICI [2]

Tîgı resmin ehl-i dil mânend-i Zü’l-fekâr

Hânkâh-ı ‘âlemün naks eylesün dîvârına

Bâkî [3]

Gül Baba’nın elinde büyük bir tahta kılıçla muharebelere giren bir savaşçı olduğu söylenmektedir. Gül Baba’nın tahta kılıcı hakkında yerli ve yabancı kaynaklar  ilginç bilgiler vermektedir. Bu makalenin amacı değişik bilgileri bir araya getirerek hem tahta kılıç hakkındaki efsaneleri hem de Gül Baba’nın bilinmeyen bir yönünü okurlarla paylaşmaktır.

Gül Baba XV. yüzyıl sonunda ve XVI. yüzyıl başında yaşamış, Budapeşte’nin (Budin) kısmında türbesi bulunan  ünlü bir Türk mücâhidi ve Bektâşî dervişidir.  Târihî  kişiliği, yaşadığı çağ ve çevre hakkında çeşitli söylentiler bulunan Gül Baba, Evliyâ Çelebinin merhum babasından naklettiği bilgiye göre, Merzifonlu bir Bektâşî dervişidir. Evliyâ Çelebiye göre, Fâtih Sultan Mehmet  devrinden  Kanuni Sultan Süleyman devrine kadar bir çok gazâlarda bulunmuş, Budin fethine de katılmış, Fethiye Camiinde kılınan ilk cuma namazı esnasında ruhunu teslim ederek  Budin’e gömülmüştür. Kimine göre Budin Kalası önündeki savaşlarda şehit düşmüştür. Cenâze namazının  Ebusuûd Efendi tarafından kıldırıldığını, Kanuni Sultan Süleyman’ın ve yüz bini aşkın bir cemaatin bu namazda bulunduğunu yazan Evliyâ Çelebi, Gül Baba’nın  kavuğunda dâima bir gül taşıdığı için bu lâkabı aldığını kayda ve hikâye etmektedir. [4]

Fethi Tevetoğlu Evliya Çelebi’yi kaynak  göstererek Gül Baba’nın elinde büyük bir kılıçla muharebelere giren bir savaşçı olduğu belirtilmektedir.[5]  Bu nedenle T.C. Kültür Bakanlığı dahil bir çok araştırmacı yazılarında bu hususa yer vermiştir. Ancak, Gül Baba’nın elinde büyük bir kılıçla savaşlara girdiğine dair bir bilgi Seyahatname’de yoktur; ayrıca, böyle bir bilgiye diğer ansiklopedilerde de rastlanmamıştır. [6]

Buna karşılık Gül Baba’nın tahta kılıcı hakkında yerli ve yabancı kaynaklar  ilginç bilgiler vermektedir.

Bu kaynaklara girmeden önce tahta kılıç hakkında özet bir bilgi sunmak yerinde olacaktır. [7]

“Bektaşî velîlerinin ortak bir yanları da, tahta bir kılıca sahip olmaları, bununla yerine göre ejderha, yerine göre kâfirlerle savaşarak onları öldürmeleridir. Bu motif, menâkıbnâmelerden başta Osmanlı Devleti’nin  kuruluş yıllarını anlatan ilk devir vekayinâmelerinde bile vardır.

Şamanist gelenek ve uygulamalarla ilgili bilgilerimiz, şamanların âyin yaparken kullandıkları âletlerden birinin de tahta kılıç olduğunu gösteriyor. Şamanlar âyin yaparken vecd haline girebilmek için çaldıkları davuldan başka bir de tahta kılıç bulundurmaktadırlar. Şamanlar bununla kötü ruhlara karşı savaşmaktadır. Yani tahta kılıç, şer kuvvetlerle mücadele için bir savaş aracıdır.

Bektaşî menâkıbnâmelerinde tahta kılıcın bu fonksiyonu açıkça görülmektedir. Meselâ  Menâkıb- ı Hacı Bektaş- ı Velî’de anlatıldığına göre, bir gün Horasan halkından bir grup, ülkelerini zapt ve yağma eden Bedahşan ahalisini şikayet için Ahmet Yesevî’ye gelip yardım isterler. Şeyh  Nefesoğlu Kutburddîn Haydar’ı Horasanlı Müslümanlara yardım için gönderir. Fakat henüz on iki  yaşında olan Haydar yenilerek esir düşer. Bunun üzerine şeyh, hem onu kurtarmak, hem de Bedahşanlıları yenmek üzere Hacı Bektaşi’ı görevlendirir. Kendisini uğurlarken beline tahta kılıcını kuşatır.[8] Bedahşan iline giden Hacı Bektaş, kâfirlerle savaşarak onları yener ve Kutbıddîn Haydar’ı kurtarır. Bedahşanlılar Hacı Bektaş’tan gördükleri bir takım kerâmetler sayesinde Müslümanlığı da kabul ederler. [9]

Yine aynı eserde benzer bir olay da Sarı Saltık hakkında anlatılır. Basit bir çoban iken, temiz yürekliliğini beğenen Hacı Bektaş’ın lûtfuyla velîlik mertebesine yükselen bu zatı şeyh kendine halife yapar ve Rumeli’nde Müslümanlığı yaymakla görevlendirir. Yola çıkarken Ulu Abdal ve Kiçi Abdal adında iki dervişini yanına katıp Sarı Saltık’ın beline de kılıç kuşatır. [10]

Sonradan Sarı Saltık Rumeli’ne geçip Kaligra denilen yerdeki ejderha ile mücadeleye tutuştuğu zaman bu tahta kılıçla onun başını kesecektir.

Sarı Saltık’ın bu tahta kılıcından Saltıknâme’de de sık sık söz edilmektedir. Orada yazdığına göre, Sarı Saltık’ın kâfirleri “hıyar mânendi doğradığı” bu tahta kılıç hurma ağacından yapılmış olup, bizzat Hz. Muhammed tarafından kendisine verilmek üzere Hızır Aleyhisselâm’a teslim edilmişti. Dikkat edilirse, Hz. Muhammed ve Hızır Aleyhisselâm gibi iki İslâmî motif bu Şamanist unsuru İslâmileştirmeye kâfi gelmiştir.

Hacı Bektaş’ın  tahta kılıç kuşattığı bir başka halifesi de, Hacım Sultan’dır. Adı geçen, Germiyan ilinde yerleşmek üzere icâzet alıp Sulucakaraöyük’ten ayrıldığı zaman, Hacı Bektaş, vaktiyle Ahmet Yesevî’nin kendine kuşattığı tahta kılıcı kendi eliyle onun beline kuşatmıştı.

Hacım Sultan, kılıcın gerçekten kesip kesmeyeceğini denemek için, bir dervişin tekkeye su getirdiği katıra çalmış, onu iki parçaya bölmüştü.[11]  Aynı menkabe Menâkıb-ı Hacı Bektaş Velî’de de mevcut olup burada kılıçın tahtadan olduğundan bahsedilmez. Hacım Sultan’a ait bu menkabe, Gelibolulu Mustafa Âlî’nin tespit ettiği Emir-i Çin Osman menkabesinin bir bölümüne çok benzemektedir. Burada Hacı Bektaş yerine Ahmet Yesevî, Hacım Sultan yerine Emir-i Çin Osman vardır ve olay Anadolu’da değil, Türkistan’da geçer. Emir-i Çin Osman’da bu kılıçla Çin’de bir ejderha öldürmüş ve Müslümanları onun şerrinden kurtarmıştır.[12] Tahta kılıçla ilgili bir menkabe de Vilâyetnâme-i Abdal Musa’da bulunmaktadır.

Abdal Musa’nın kerâmetlerini gören Aydınoğlu Gazi I. Umur Beğ, ona mürid olur. Zaten Gazi unvanını da kendisine o vermiştir. Abdal Musa kendisini Rumeli’nde fetihlere yollar ve yanına Kızıl Deli (Seyyid Ali) Sultan’ı yoldaş eder. Gitmeden önce Kızıl Deli’nin beline ağaç bir kılıç kuşatır. [13] Bu menkabe Kızıl Deli’nin kendi menâkıbnâmesinde yoktur. Aslında Abdal Musa ile Kızıl Deli arasında oldukça zaman farkı vardır. Bu sebeple ikisinin görüşebilmiş olması zordur. Şeyh Bedreddîn’in de tahta kılıç kuşanan bir müridi bulunduğu, menâkıbnâmesinde geçmektedir.[14]

Görüldüğü üzere, tahta kılıç, hemen hemen XIII. – XV. Yüzyıllarda yaşamış ve bir kısmı ilk Bektaşîler arasında kabul edilen adları geçen şahısların, velîlik yönlerinin yanında bir de gazilik tarafları olduğunu, kâfirlerle mücadele ettiklerini gösteriyor.

Hakikatte de bunların çoğunun ilk devir Osmanlı fetihlerine katılmış kişiler olduğunu bugün artık biliyoruz. Bunun gibi, ilk devre ait bazı anonim Osmanlı tarihlerinde, hudut boylarında savaşan derviş-gazilerin de tahta kılıçlı oldukları zikredilmektedir. Böyle anonim bir Tevarih-i Âl-i Osman’da anlatıldığına göre, Menteşe taraflarında bir <uryan derviş>  bütün o havaliyi elindeki tahta kılıçla fethetmiş, halkın bir kısmını öldürüp bir kısmını da Müslüman yapmıştı. [15] Bu örneklere bakarak o devirde bu şekilde hudutlarda savaşan ve isimleri yazıya geçmemiş daha pek çok heterodoks derviş bulunduğunu düşünebiliriz. İşte tahta kılıç bunların âdetâ sembolü gibi olmuştur.

Kırıkkale yakınlarındaki Hasandede köyüne adını veren zatın şöyle bir menkabesi anlatılır: Bir gün Hacı Bektaş’a  kendinden sonra büyük bir mürşidin gelip gelmeyeceği sorulur, geleceği cevabı alınır. Bu mürşidin alâmeti söz konusu olduğunda Hacı Bektaş önünde duran tahta kılıcı göstererek “gelip bunu alacaktır” şeklinde konuşur. Balım Sultan zamanında Hacı Bektaş tekkesine günün birinde bir zat gelir ve doğruca kılıca yönelir. Bu gelenin haber verilen mürşid olduğunu anlayan Balım Sultan, tahta kılıcı ona verir.  Bu zat meşhur Hasan Dede’dir. Bu menkabeden tahta kılıcın aynı zamanda mürşidlik alâmeti sayıldığı ve ancak, bu mertebede bulunanların tahta kılıç taşıyabilecekleri anlaşılıyor ki, yukarıda anılan menkabeler de bunu göstermektedir. Bunlarda bütün dervişlerin tahta kılıçlı olduklarına dair bir işaret yoktur. Bu hak, Ahmet Yesevî, Hacı Bektaş, Hacım Sultan ve Kızıl Deli gibi büyük şeyhlere has görülüyor.

XVII. yüzyıl Kızılbaş şâirlerden Gedâ Muslu’nun  şu dörtlüğü, bu geleneğin Hz. Ali’ye bağlandığını açıklıyor.”

“Erenler serveri ol sırrım Ali

Serçeşme olmuştur Urumeli’ne

Ağaçtan Zülfikâr ol gerçek velî

Evvel tekbir aldık pîrin beline.”

Koluaçık Hacem Sultan  Hazreti Pir’in üçüncü ulu halifesidir. Birlikte Horasan’dan Anadolu’ya geldikleri söylenir. Uşak ilinde, Susuz’da gömülü olduğu bilinir. Hz. Pir’in verdiği “Batın kılıç=tahta kılıç” ile terbiye edici olarak görevlendirilmiştir. Doğru yolda gitmeyenlerin terbiyecisi olmuş. Çok kuvvetli er, gerçek sever, can gözü açık, manevi basamakları atlayıp yükselmiş ünlü bir derviş payesine erişmiş. Kolu Açık Hacem Sultan, Pir’in kendisine sunduğu tahta kılıcın kesip kesmediğini denemek için, huzurdan çıkınca, o sırada sakanın mutfağa su taşıdığı katırın sırtına indirir. Katır iki parçaya bölünür. Olayı Hünkar’a duyururlar. Hemen etkisini gösterir ve Hacem Sultan’ın kolları tutulur. Yaptığı işi anlar ama iş işten geçmiştir. Öteki halifeler Hz. Pir’den himmet dilerler. “onun kusuruna kalmayın” diye yalvarırlar. Pir bağışlayıcıdır, dileği kabul eder. “Kolu açık olsun” buyurur ve kolları açılır. Bu olaydan sonra da Hacem Sultan’a “Kolu Açık Hacem Sultan” adı verilir. [16]

Baki Öz tahta kılıcın türbede değil tekkede olduğunu ve dinsel törenin vazgeçilmez kullanım aracı olduğunu  yazmaktadır.[17]

Tahta kılıçla ilgili ilginç bir Rum efsanesine 1894 yılında yazılmış  “Constantinopolis Folkloru”[18]  isimli bir kitapta rastlıyoruz : [19]

“Constantinopolis şehri Türkler tarafından kuşatıldığı zaman tanrı Bizans’ın son kayser’i Constantine Palaiologos’a bir tahta kılıç vermesi için  bir meleği görevlendirdi.  Meleğin aracısı Agagios isimli bir ermişti. Agapios derhal saraya koştu. “İmparatorum, Tanrı Türkleri yenmen için bu  kılıçı gönderdi” dedi. Constantine kılıçın tahtadan yapılmış olduğunu görünce çok kızdı ve hiddetle “Bende  Süleyman’ın babası muzaffer Davut’un  40 cubit uzunluğunda eşsiz kılıcı var. Bu tahta kılıçla nasıl savaşayım” dedi ve Agapiosu huzurundan kovdu. Agapios büyük bir üzüntü ile  Sultan Mehmed’e koştu. Kılıcı ona takdim etti. Sultan Mehmed memnuniyetle kabul etti. Bu tahta kılıç sayesinde Sultan Mehmet Constantinopolis’i fetheyledi. Ermiş Agapios ise İslâmiyeti kabul ederek Müslüman oldu ve Sultan’ın hizmetinde çalıştı.”

Gül Baba’nın tahta kılıcından ilk bahseden Danimarkalı meşhur masalcı Hans Cristian Andersen olmuştur. Atina üzerinden İstanbul-Budapeşte- Almanya ve oradan da yurduna yaptığı seyahatleri anlatan kitabında  [20]

“1.6.1841 günü  Tekrar yelken açmadan önce Buda’nın öte yakasındaki Gül Baba

Türbesine küçük bir  gezi yapacağız ve bu kutsal Türk’e  Doğu’dan, eski İstanbul’dan selam

getireceğiz. Orada türbede  yüz üstü yatan, başının üstünde  kenarlıksız keçe bir külah  olan

kim ? Onu  dönen dervişlerde görmemiş miydim ? O bir derviştir. O buraya yabancı insanlar

arasına, Hristiyan şehrine dağları, çölleri yürüyerek aşıp geldi. Hac yürüyüşü sona erdi: Bu

yolculuğun hatırası olarak türbesinin duvarına  boyanarak renklendirilmiş tahta bir kılıç astı.

Sonra yere kapanarak “ Allah’tan başka İlah yoktur ve Muhammed O’nun peygamberidir “

diye dua etti.” diye yazmıştır.                           

Anton  Karl Fisher [21] 1898 yılında yayınladığı uzun araştırmasında Gül Baba’nın kılıçı’ndan bahsetmekte ve bir karakalem tasvirini vermektedir:

“Yapının kireçle badana edilmiş iç duvarlarında  bazı Arap harfleri ile yazılmış  çerçeveli hatlar asılıdır. Bunlardan güzelliği nedeniyle özellikle göze çarpanı kapıdan girer girmez  tam karşımızda gördük. Bu iki uçlu bir kılıç olan Zülfikâr’dı. Söylentiye göre Allah tarafından peygamberin damadı Ali’ye bir melek aracılığı ile gönderilmişti. Kılıcın üzerinde          ( Bu iki çatallı kılıcı ben [Allah] sadece Ali’ye verdim ) manasına gelen “ La uftah el alali el sseif el  sülfikâr “ yazısı vardı. Ayrıca “(Hazreti) Ali kadar yiğit, cesur, kahraman, Sülfikâr gibi kılıç  yoktur “mamasına gelen “Lâ fetâ illâ  Ali, Lâ seife illâ Sülfikâr” yazıyordu.

Restore edilip yeniden ziyarete açılan Gül Baba Türbesi içinde Karl Anton Fisher’in karakalem bir tasvirini verdiği Zülfikâr yoktur. Bir örneği yaptırılarak türbe içine asılması gerektiği düşüncesindeyim.

Macarlar her yerde ve fırsatta Gül Baba hakkında gayet olumlu yazılar yazmakla beraber Macaristan Katolik Kilisesinin internet resmî sayfasında da Gül Baba elinde kan damlayan büyük kılıcı ile savaşan bir savaşçı olduğu yazmaktadır. [22]

Gül Baba’nın kılıcından bahseden ilk Türk Pîr Gaib Abdal olmuştur.[23]  Millî Kütüphane’de  yazmalar arasında 37 numaralı cönk’te  bir dörtlük Gül Baba ve kılıcı’ndan bahsetmektedir.

“Gördüm kılıcını tutar elinde

Keskin eserleri vardır yanında

Yardımcımız olsun mahşer gününde

Gel dinim, imânım, nûrum Gül Baba”

Müftüoğlu Ahmet Hikmet [24] 13 Mayıs 1910 tarihli hatıratında Gül Baba’ya yaptığı ilk ziyareti  şöyle anlatmaktadır: “13 Mayıs 1910 “ … Afganistan’dan burasını ziyâret etmek için gelen Muhammed Ibni Muhammed isminde biri de üzerinde kılıç-kalkan şeklinde yazılar bulunan bir kağıdı duvara yapıştırmıştır.”

Fuat Bozkurt [25] ise ;1855 yılında  Türbe içinde  bir halı, bir tahta kılıç ve üzeri motifli iki taş bulunmakta idi. Tahta kılıç dinsel törenin vazgeçilmez kullanım aracıdır. Silah zoruyla alınan kalelerde, Cuma günleri dinsel söylevi din adamı, çıplak tahta kılıca dayanarak okurdu. Bu eski Türk töresel inancını yerine getirmek için Türbe de tahta kılıç asılı dururdu.” diye yazmıştır.

Diplomat, şair, yazar, ressam Monad Balkan, Gül Baba isimli uzun makalesinde Gül Baba ve tahta kılıcı’na başka bir felsefe ile yaklaşmaktadır. [26]

                            “Hz. İsa haça gerilmemişti. Onun yerine bir başkası, adi suçlu biri, gerilmişti. İsa da Anadolu üzerinden yanında bazı müritleri ve Annesi Meryem ile karısı (inanılanın aksine evliydi) ve çocuklarıyla Avrupa’ya geçmişti. Dünyanın doğal ve tanrısal, dolayısıyla meşru tek hükümdarı olması hasebiyle dünyanın başına geçmek için savaşımına devam etmişti. Ölümünden sonra da ayni davayı çocukları ve yakınları kurdukları gizli örgüt aracılığıyla sürdüre gelmişlerdir. Dünyanın tek yasal lideri İsa hanedanıdır!. Bu örgüt zamanla diğer çeşitli örgütler içerisinde varlığını devam  ettirmiştir. Bunlara Gül Haçlar da dahildir. Başta Gül Haçların şövalyeleri olmak üzere bunların mirasçıları Girit, Rodos ve Malta şövalyeleri aynı davaya hizmet eden savaşçılardı. Bu savaşçılar gizli bilgiyi bir görüşe göre de iksir-i azamı koruya gelmişlerdir. Bu  sözü geçen iksir-i azam (Holy Grail/Kutsal Kan) nedir? Bir görüşe göre Hz. İsa haça gerildiği zaman kaburgalarının arasına sokulan kargıdan akan kanı bir kupada toplayan bir müridi bu kupayı saklamıştır. Kupa nesilden nesile şövalyelerin koruması altında intikal edegelmektedir. Bir görüşe göre de Haçlı Seferleri şövalyeler tarafından kutsal topraklara  iksir-i azamı ya da gizli bilgiyi elde etmek için yapılmıştı. Bir görüşe göre de müslüman kaynaklardan ele geçirilmişti. Ya da şövalyelerle paylaşılmıştı.

              Umberto Eco, Fuko’nun Sarkacı adlı romanında anımsayabildiğim kadarıyla, şu mealde bir  kurgu yapmıştır. İksir-i Azam ya da gizli bilginin yarısı batıda  (şövalyeler nezdinde) yarısı da doğudaki kutsal emanetçi savaşçıların elindedir. Her yüzyılda bir doğu ve batıdaki kutsal savaşçılar önceden saptadıkları ve doğu ile batının orta bir yerinde seçtikleri bir ülkede bir araya gelerek ellerindeki yarımşar bilgiyi birleştirir ve doğruluğunu teyid ettikten sonra dönerlermiş. Böylece her yüzyılda bir tam bilginin mutad kontrolü yapılmış olurmuş. Bu bilgi insanlığın henüz bunu hazmedecek düzeye gelmemiş olması nedeniyle birleştirilmiş bir halde insanlığa açıklanamamaktadır. Bilgi açıklanacak olursa  kıyamet  kopacaktır!

              İmdi bütün bu bilgilerden sonra  Anadolulu Bektaşi dervişi Gül Babanın elinde kılıcı Kanunî  seferlerine katılışı manidar bir hava kazanmıyor mu?

              Gül Baba gizli bilgiye sahip bir Müslüman doğu emanetçisi miydi? Batıya kaptırılan yarı bilgiyi eline mi geçirmeye kalkmıştı? Yoksa o yukarıda sözünü ettiğimiz kontrol işlemi için malum yüzyıllardan birinin zamanı gelmiş çatmış da diğer gizli Müslüman savaşçılarla batıya o muhteşem randevuya mı koşmuştu? Misyonu bittikten sonra da Buda tepelerinde oyalanmış, öğretisinin bir kısmını buralarda yaymaya mı kalkmıştı? Bir elinde kılıç, diğerinde gül olunca yorum da ister istemez bu yöne kayıyor. Kanuni gibi bir padişah dahi cenaze namazını kıldığına göre çok önemli biri olduğu kesin. İşte bir kurgu da böylece benden. Gül Baba üstüne gizemli bir roman mı yazsam acaba? Umberto Eco’nun ‘Gülün Adı’ (bakın burada da gül var) ve Fuko’nun Sarkacı romanlarındaki kurgular gibi.

              Kurgu ne olursa olsun Gül Babanın bir varoluş savaşçısı olduğuna kesin gözüyle bakıyorum. Elindeki kılıcın da gül gibi bir simge olmadığı ne malum! Kılıç, fikri veya fiziki savaşı çağrıştırır. Şövalyelerin de aslında fikri savaşçılar olduğu söylenir. Batıda bazı bilginlere ya da çok yararlı işler yapmış kişilere şövalye unvanları verilişinin arkasında böyle bir eski dürtü mü var acaba?

              Gül Baba dünyaya başka gözle bakmış, hakikatı sezmiş, varoluşa ulaşmış, bir yönüyle  -bir elinde kılıç bir elinde gül-  insanlara dönük, diğer bir yönüyle de kendi içine dönük mücadelesinde bir savaşçıydı kuşkusuz.”

Üstad Monat Balkan güzel bir şiirle Gül Baba’yı anıyor: [27]

gülbaba güldüm baba

 

Gülbabamla elele

Vardık Macar iline

Gözlerimiz ileride

Bakakaldık yeşillere

 

Dedi Gülbabam

Yâ  Ressam ! resimle şu diyarları

Alları morları yeşilleri

 

Aldım elime tuvalimi

Vurdum fırçamı fırçamı

Ovalar asmalar bağlar bahçeler hep aktı geçti

Bir bir tuvalimde

 

Dedi Gülbaba

İşte ben bu Macar diyarında

Bir elimde kılıç

Bir elimde gül

Böyle gezdim

Kaç asır oldu bilmiyorum

Kanuni Sultan Süleyman Han’ım

Benim padişahım

Aktık sel gibi

Macarın evine

 

Dedim Gülbaba Gülbaba

Neden  kalakaldın sen

Bu Macar ilinde söyle ?

 

Dedi Gülbaba

Oğlumsan eğer

Beni  beni unutma

Ben bu diyarlarda

Gül ektim

Gül biçtim

Serdengeçtim

Huzurlara vardım

 

Macar diyarında gayri miraçtayım

Kırmızı güller gönderirim

Sizlere o güzelim mavilerden

Koklayın.

 

Bozmayın türbemi Güller Tepesinde

Ben size oradan

Gözlerimi kırparım

Işıldayın.

10 Aralık 2001 Ankara Çay Yolu

Bilindiği gibi adalet bir elinde kılıç, bir elinde terazi olan gözü kapalı bir kadın şeklinde tasvir edilir. Gül Baba bir elinde tahta kılıç yani  Zülfikâr diğer elinde bir gül ile Budin’in koruyucusu, Gözcüsüdür. Adaleti temsil eder. Gül güzelliktir. İyi işlerdir. Gül ve kılıç sembolizması özgürlüğün ve yapılan iyi işlerin savunulması gereğine işaret eder. Gül Baba sağ elinde gül, sol elinde kılıç ile “kızıl elmaya” açılmış olan  yeni ufukta yılmadan adaletle, doğrulukla yürünmesi gerektiğini ifade eder. Gül Baba; hürriyet ve insanlık düşmanlarıyla  savaşmak ve zafere ulaşmak için bir elinde, mücadele ve savaşın sembolü olarak kılıç, diğerinde bütün insanlığın iyiliği, güzelliği için çalışmanın sembolü olarak gül taşımaktadır. Bu nedenle Gül Baba Budin’i kılıçla değil gülle fethetmiştir.

Zaten Fütüvvet anlayışında Hz. Ali’nin kılıcı “Zülfikar”; doğruluğun, adaletin ve hakkın simgesidir. Bektaşi inancına göre; Allah’ın aslanı Hz. Ali’ye Hz. Peygamber tarafından adaleti temsil etmesi için verilmiştir.

Tahta kılıç, terbiye edicidir, doğru yolda gitmeyenleri terbiye eder, yol göstericidir, mürşittir. Hoşgörünün inşasında önemli bir işlev yüklenir. Adâleti temsil eden tahta kılıç, aynı zamanda anlaşmazlıkları karşı tarafa zarar vermeden, barış yoluyla çözmenin, gerçekçiliğin, yiğitliğin, şer güçlerle mücadelenin  simgesidir.

Nitekim Kanuni Sultan Süleyman Bağdad veziri olan Uzun Süleyman Paşayı huzuruna çağırıpPaşam, dikkatli olup, reâyâyı koruyasın. Herkesle iyi geçinesin. Gaazilerime nimet ve ihsanın bol olsun. Budin kalesinde oturanlar uzun ömürlü olsun.” diye tam bir saat hayır dua  ve nasihatlar edip, fermanını ve tuğrasını Süleyman Paşa’nın eline verüp:“Hıfz ve emânette ola, Gülbaba Budin gözcüsü olup, himmetleri hâzır ve nâzır ola.“ diye nasihat etmiştir.

Budapeşte bugün bile bir eli  kılıçlı diğer eli güllü Gül Baba tarafından korunmaktadır. Büyük Türk düşünürü ve şairi Yusuf Has Hacib, “Kutadku Bilig” (Mutluluk veren Kitap) adlı manzum eserinde bir devletin ideal bir devlet haline gelebilmesi için gerekli olan özellikleri akıl, adâlet ve doğru yasa şeklinde sıralamıştır. Devlet her şeyden önce akla, adâlete ve doğru yasalara dayanarak yönetilmeli, böylelikle bireyi mutlu kılmayı amaçlamalıdır. Gül Baba bu özelliklerin hepsine sahiptir. Bu nedenle Gül Baba Budin’e gözcü olarak atanmıştır.

Ancak, Şunu da unutmamalıyız ki herhangi bir kişinin elindeki kılıç, yerinde kullanılmış olsa bile hiç bir zaman adâletin ve hakikatin yerini tutamaz.

Gül Baba’nın kılıçı aşağıdaki hadis-i şerifte istenen gibi bir kılıçtır.

“Hak bu kim lütf- i Hakdürür sultan

Zıll – i Yezdan, niyaz – ı emn- ü eman

Nass – ı kat – i eğerçe Kur’andır :

Kat’eden zullmü tiğ – i sultandır.[28]

Gül Baba’nın görevi sadece Budapeşte’deki  topluluğun değil bütün serhadlerin korunmasını sağlamaktır. Gül Baba’nın   esas görevi önce Budapeşte’deki ailelerin, sonra serhad kullarının, gazilerin, Macarların, gayrimüslimlerin, sonunda bütün insanlığın korunmasını sağlamaktır. Hatta tabiatı, canlı ve cansız varlıkları, kültürü, sanatı korumaktır.

Gül Baba bu görevini bugün dahi yerine getirmektedir.

Kaynaklar

[0] Bu makale ilk Ordu Hayat Gazetesi, 18 Ekim 2021 tarihli nüshasında, sayı 4664 ve s.1 yayınlanmıştır.

[1] İş Bankası Emekli Müdürü, Araştırmacı Yazar, Türk Macar Dostluk Derneği Başkanı, Macaristan Şovalyesi

[2] Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve  Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi sayı: 31, 2004, s.245

[3] Gönül dilinden anlayanlar, onun kılıcının resmini Zülfikâr’ın şekli gibi, dünya tekkesinin duvarına nakşetsinler.

[4] Türk Ansiklopedisi, 1970 baskısı, shf. 137

[5] Türk Ansiklopedisi, 1970 baskısı, shf. 137

[6] Orhan Köprülü, “Gül Baba” İslâm Ansiklopedisi, cild 4, yıl 1964

Mustafa S. Kaçalin,  “Gül Baba” Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Yıl 1996

[7] Ahmet Yaşar Ocak, “Bektaşî Menâkıbnâmelerinde İslâm Öncesi İnanç Motifleri-Tahta Kılıçla  Savaşmak-“    Enderun  Yayınevi 1983, s.129

[8] Gölpınarlı’nın değerli kitabında bu tahta kılıçtan bahsedilmezse de, aşağı yukarı bütün yazma nüshalarda Ahmet Yesevî’nin Hacı Bektaşi’a kendi tahta kılıçını kuşattığı yazılıdır.

[9] Menâkıb-HBV.,shf. 9-10

[10] Yine Gölpınarlı’nın kitabında bu kılıçın tahtadan olduğu tasrih edilmiyor. Fakat Menâkıb-HBV’nin yazma nüshalarında tahta kılıç olarak geçmektedir.

[11] Vilâyetnâme-Hacım Sultan, shf.24-25

[12] bk.Kunhu’l-Ahbar, İstanbul 1277, V,59.

[13] bk.Kunhu’l-Ahbar, İstanbul 1277, V,59.

[14] bk.Halil bin İsmail, Şeyh Bedreddîn Manâkıbı, nşr. A.Gölpınarlı- İ.Sungurbey, İstanbul 1967, shf.154-155

[15] F. Giese:Die Altosmanische Anonymen Chroniken-Tevarih-i Âl-i Osman

[16] www.cemvakfı.org.com

[17] Baki Öz, Dünyada ve Türkiyede Alevi-Bektaşi dergahları” Can Yayınları No:128, s.326

[18] İstanbul, Şehre Osmanlı Türkleri Kostantiniyye derlerdi.

[19] H. Carnoy and J. Nicolaides,” Folklore de Constantinople” Paris, 1894, pp. 74-5.

[20] Hans Cristian Andersen ,“A Poet’s Bazaar “ (Bir Şairin Pazarı), shf.188

[21] Anton  Karl FisherGül Baba Die Muhammedanische Wallfahrtstaette in Budapest,  1898” (Budapeşte’deki İslâm Ziyâretgahı) shf. 7,8 Budapest, 1898

[22] In 1541 the Turks took possession of the castle, transforming the church into a mosque (accorded the names of Mosque of Eski, Büjük, or Suleiman, variously). On September 2, 1541, when Sultan Suleiman entered the church, Baba Gül of a peculiar order of dervish, called „father of the roses“ after his penchant for the roses carved with his sword from the blood of Christians, died here. Soon after the walls of the building were painted over and inscribed with citations from the Koran. In the sanctuary the Turks built a repository for the Mihrab, while in 1571 they covered the entire roof with lead plates. The remains of its trappings of old were transported in 36 separate loads in 1626 to the chapel in Pozsony (Bratislava)

[23] Prof. Dr. Şükrü Elçin, Türk Dili Dergisi, Ağustos 2003 ,sayı: 620

[24] M.Kayahan Özgül : “ Bîgâne Durmayın Âşinânıza, Müftüoğlu Ahmet Hikmet’in Mektup, Şiir ve Günlükleri “  MEB  Türk Edebiyatı Dizisi, yıl 1996  “Avrupa Seyahati” başlıklı bölümden “Gül Baba’yı ziyaret”  ve “II. Almanya  Seyahati” başlıklı bölüm.

[25] Fuat Bozkurt  “ Çağdaşlaşma Sürecinde Alevîlik” s. 211

[26] Monad Balkan, “Gül Baba “ Çağrı Dergisi, sayı 457, Aralık 1997,  sayı 458; ocak  1998

[27] Gül Baba hakkında hazırlamakta olduğum kitap için bir şiir rica ettiğimde özel olarak yazılmıştır.

[28] Gerçek olan şu ki, Sultan Tanrının lütfudur, gölgesidir. Güvenlik ve aman isteyenlerin muhtaç olduğu kimsedir. Kesin dogma Kur’andır. Ama zulmü kesende sultanın kılıçıdır.”               

Relevante Artikel

Back to top button
Cookie Consent mit Real Cookie Banner