
Meloni’nin “Günaydın Avrupa” itirafı: Türkiye’nin bağımsızlığı ne durumda?
Meloni’nin 14 Aralık 2025’teki siyasi etkinlikte ABD’ye yönelik olarak Avrupa’nın bağımlılığına dair yaptığı eleştiride kullandığı “Günaydın Avrupa” uyarısı, Türkiye açısından bir dış politika tartışmasından çok, bağımsızlığın nasıl eridiğine dair sert bir teşhis niteliği taşımıyor mu? Avrupa, ABD’ye bağımlılığın bedelini açıkça tartışmaya başlarken, Türkiye bağımsızlık söylemine rağmen savunmadan hukuka kadar kritik alanlarda daha da savunmasız hâle gelmiyor mu? Birol Kılıç, Viyana’dan Yeni Vatan Gazetesi için Meloni’nin uyarısını farklı açıdan analiz etti.
Birol Kılıç, Viyana’dan gözlem ve analizler, 28.12.2025
İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’nin Avrupa’nın güvenliği konusunda son aylarda yaptığı uyarılar, yalnızca Avrupa Birliği içinde değil, NATO’nun geleceği ve transatlantik ilişkiler açısından da önemli bir kırılmaya işaret ederken, Ankara’nın savunmadan ekonomiye uzanan yapısal bağımlılığını daha da görünür kılıyor.
İtalya Başbakanı Giorgia Meloni, 14 Aralık 2025 tarihinde Roma’da düzenlenen, iktidar partisi İtalya’nın Kardeşleri’nin (Fratelli d’Italia) geleneksel “Atreju” siyasi etkinliğinde yaptığı konuşmada, Avrupa’nın güvenlik politikalarına ilişkin lider bir ulus nasıl olunmaz diyerek aslında Türkiye’yi direk ilgilendiren bir konuşma yaptı. Viyana’dan büyüteç altına alarak analiz ederek kendi okumalarımızı yapmak isteriz.
Söz önce Meloni’de
Meloni kendi ülkesinin lider bi ulus olması şartlarının altını çizdiği konuşmasında şu ifadeleri kullandı:
“İtalya olarak bider bur ulus inşa etmek için çalışıyoruz. Herşeyden önce Batı’da başrol oynayan bir ulus. Bir kaç gündür AB için endişeli değelendirmeler yapılıyor. Çünkü Donald Trump önceki Amerikan başkanlarına kıyasla ve kararlı bir dille, ABD’nin eski kıtadan çekilmek istediğini ve Avrupa’nın kendini savunmak için organize olması gerektiğini söyledi.80 yıl boyunca güvenliği ABD’ye ihale ettik.Bu günün gelmeyeceğini düşünerek. En çok da bunun bedava olduğunu sanarak. Ne diyelim? Günaydın Avrupa, günaydın.”
Meloni’nin itiraflarından Türkiye için beş kritik soru
1. Meloni’nin konuşmasında yaptığı “ulus inşa etmek” vurgusu, güvenliği hamasetle değil devlet kapasitesiyle tanımlayan bir yaklaşımı yansıtmıyor mu? Türkiye’de ise ulus söylemi giderek büyürken, ulusu ayakta tutan kurumsal yapıların sistematik biçimde zayıflatıldığı açıkça görülmüyor mu?
2. Meloni’nin “Batı’da başrol oynayan bir ulus” ifadesi, bağımlılıkla kopuş arasında bilinçli bir denge arayışını temsil ederken, Türkiye’de dış politikanın özne olma hedefinden çok günü kurtarma refleksiyle yürütüldüğü söylenemez mi?
3. Meloni’nin konuşmasında dikkat çeken en önemli unsur, topluma gerçeği açıkça söyleme cesaretidir. Türkiye’de ise güvenlik ve dış politikanın çoğu zaman şeffaflıkla değil, propaganda diliyle yönetiliyor olması ciddi bir kaygı kaynağı değil mi?
4. Meloni, Avrupa’nın güvenliğini uzun yıllar boyunca başkasına devrettiğini açıkça itiraf ederken, Türkiye’de benzer bir bağımlılık ilişkisinin inkâr edilmesi ve bu yöndeki eleştirilerin “milli olmayan” tutumlar olarak damgalanması düşündürücü değil mi?
5. Meloni’nin konuşmasında asıl çarpıcı olan, bir Avrupa liderinin kendi toplumuna gerçeği saklamadan konuşabilmesidir. Güvenliğin yıllardır ABD’ye devredildiğini kabul eden bu yaklaşım, ulus olmanın hamaset değil sorumluluk gerektirdiğini hatırlatmaktadır. Türkiye’de ise benzer bir yüzleşme yerine, bağımlılık ilişkilerinin örtülmesi, eleştirinin bastırılmas
Dönelim şimdi tam Türkiye’ye
Bugün aziz vatan Türkiye’nin gerçek anlamda iyiliğini, bağımsızlığını ve bu ülkede yaşayan insanların ekonomik olarak nefes alabildiği, adalet ve hukuk karşısında kendini güvende hissedebildiği bir düzeni istemek, neredeyse “muhalif bir talep” hâline getirilmiş durumda. Oysa bu talep, herhangi bir siyasi görüşün değil, bir ülkenin ayakta kalma refleksinin en temel ifadesidir.
Tam da böyle bir tarihsel eşikte, popülist, aşırı sağ hatta faşizan köklerden gelen bir siyasi çizgiden yükselmesine rağmen kendi milletinin çıkarlarını merkeze aldığını iddia eden İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’nin, ABD’ye adeta göbekten bağlanmış bir Avrupa Birliği için dile getirdiği uyarılar, Türkiye açısından çarpıcı bir ayna işlevi görmektedir. Meloni, Avrupa’nın uzun yıllardır sürdürdüğü güvenlik konforunun aslında bir yanılsama olduğunu açık sözlülükle dile getirmiştir.
Bu açıklamalar, Avrupa’nın savunma kapasitesi, NATO içindeki yük paylaşımı ve ABD’nin küresel rolüne ilişkin tartışmaları yeniden alevlendirirken, Avrupa siyasetinde nadir görülen bir dürüstlüğü de ortaya koymaktadır. Meloni, Avrupa’nın güvenliğini yaklaşık 80 yıl boyunca ABD’ye devrettiğini açıkça kabul ederken, kendi toplumunun bu bağımlılığın farkında olduğunu ve bunun sürdürülemezliğini tartışabildiğini göstermektedir.
Ortaya çıkan bu tablo, Türkiye’de kendisini “milliyetçi” ya da “muhafazakâr” olarak tanımlayıp ülkenin sanki tek ve gerçek sahibiymiş gibi davrananların durumunu daha da ibretlik hâle getirmektedir. Sürekli ayar veren, toplumu kutuplaştıran, insanları damgalayan ve muhalif olanı mühürleyerek susturmaya çalışan kişi, kurum ve siyasi partiler, bağımsızlık söylemini ağızlarından düşürmezken ülkeyi fiilen bağımlı hâle getiren politikaların doğrudan sorumluluğunu taşımaktadır. Gerçek milliyetçilik nutuk atmakla değil, hukuku ayakta tutmakla ölçülür; gerçek vatanseverlik hamasetle değil, halkın malını, canını ve geleceğini güvence altına almakla anlam kazanır. Bugün Türkiye’de yapılan ise bunun tam tersidir: Bağımsızlık söylemi eşliğinde ülke savunmasızlaştırılmakta, “yerli ve milli” iddiası altında hukuk tasfiye edilmekte, toplum ise korku, sessizlik ve itaat üzerinden yönetilmektedir.
Avrupa’nın itirafı: Güvenlik ABD’ye ihale edildi
İtalya Başbakanı Giorgia Meloni, Avrupa’nın güvenlik mimarisine ilişkin yaptığı konuşmada, kıtanın yaklaşık 80 yıldır ABD’ye bağımlı bir savunma anlayışıyla hareket ettiğini vurgulayarak Washington’ın artık Avrupa’dan çekilme eğiliminde olduğuna işaret etti. Meloni, eski ABD Başkanı Donald Trump’ın Avrupa’ya yönelik mesajlarını hatırlatarak, Avrupa’nın güvenliğini uzun yıllar boyunca ABD’ye devrettiğini ve bunun bedelsiz sanıldığını açıkça dile getirdi.
“Günaydın Avrupa” ve geç kalmış uyanış
Meloni’nin “Günaydın Avrupa” ifadesi, bir uyanıştan çok Avrupa’nın stratejik gafletine dair gecikmiş bir itiraf niteliği taşımaktadır. Avrupa için bu sözler geç kalmış bir uyarıyı temsil ederken, Türkiye açısından çok daha ağır bir gerçeğe işaret etmektedir. Çünkü Avrupa bugün stratejik özerkliğini tartışmaya başlarken, Türkiye aynı dönemde savunmadan dış politikaya, ekonomiden hukuka uzanan geniş bir alanda bağımlılığını derinleştirmiştir. Bu haliyle Türkiye bağımsızlığını yitirmek üzeredir; göz boyamanın, hamasi söylemlerin ve geçici manevraların artık hiçbir anlamı kalmamıştır.
Avrupa tartışıyor, Türkiye daha derin bir bağımlılıkta
Meloni’nin çıkışı Avrupa’da yoğun bir tartışma yaratırken, aynı tartışmanın Türkiye açısından çok daha çarpıcı ve sorunlu bir tabloyu ortaya koyduğu görülmektedir. Avrupa, ABD’den stratejik olarak bağımsızlaşmayı konuşurken, Türkiye son yıllarda Washington karşısında giderek daha kırılgan, pazarlığa açık ve koşullara bağlı bir konuma sürüklenmiştir. Özellikle savunma politikaları üzerinden şekillenen bu tablo, Türkiye’nin stratejik özerkliğinin ne ölçüde aşındığını açık biçimde göstermektedir.
F-35: Stratejik kopuş ve telafisi zor bir kayıp
Türkiye’nin F-35 programından çıkarılması bu sürecin en somut ve ağır sonuçlarından biri olmuştur. Ankara, milyarlarca dolar ödeme yaptığı, üretim zincirinde yer aldığı ve uzun vadeli savunma planlarını buna göre şekillendirdiği 5. nesil savaş uçağı programından tek taraflı bir kararla dışlanmıştır. Bu karar, Türkiye’nin ileri teknolojiye erişimini engellemekle kalmamış, savunma sanayii içindeki konumunu zayıflatmış ve ABD’nin Türkiye üzerinde açık bir baskı aracı kurabildiğini göstermiştir. Ankara’nın diplomatik girişimleri sonuçsuz kalmış, Türkiye parasını ödediği uçakları dahi teslim alamamıştır.
F-16 süreci: Müttefiklikten koşullu itaate
F-16 modernizasyonu süreci ise müttefiklik ilişkisinden çok, açık bir şantaj mekanizmasını andıran bir tabloyu ortaya koymuştur. ABD Kongresi, Türkiye’nin savunma ihtiyaçlarını İsveç’in NATO üyeliği, Suriye politikası ve dış politikada “davranış değişikliği” gibi siyasi koşullara bağlamıştır. Bu durum, Türkiye’nin NATO içinde eşit bir müttefik olarak değil, talepleri şartlara bağlanan bir aktör olarak görüldüğünü açıkça ortaya koymaktadır.
Suriye dosyası: Ulusal güvenliğin pazarlık masasına sürülmesi
Suriye politikası, Türkiye’nin güvenlik kaygılarının nasıl pazarlık konusu hâline getirildiğinin en çarpıcı örneğini oluşturmaktadır. ABD’nin PYD/YPG ile kurduğu ortaklık, Ankara’nın ulusal güvenlik algısında derin bir kırılmaya yol açarken, Türkiye’nin itirazları ya görmezden gelinmiş, ya ertelenmiş ya da başka dosyalarla ilişkilendirilerek pazarlık unsuruna dönüştürülmüştür. Böylece Türkiye, kendi sınır güvenliği konusunda dahi ABD’nin stratejik önceliklerine göre hareket etmeye zorlanan bir ülke konumuna itilmiştir.
Ekonomik çöküş: Bilinçli tercihlerle yıkılan yapı
Bu tabloya eşlik eden en kırılgan alanlardan biri ekonomi ve hukuk devleti ilişkisidir. Türkiye’de ekonomi artık sıradan yurttaşların kaldırabileceği ölçüde “kırılgan” değildir; bilinçli tercihlerle içi boşaltılmış, liyakatsiz kadrolarla yönetilen ve nitelikli dolandırıcılık sınırına varan uygulamalarla yerle yeksan edilmiş bir yapı söz konusudur. Kamu kaynaklarının şeffaflıktan uzak biçimde dağıtılması, denetimsizliğin normalleştirilmesi ve kurumsal çöküş, enflasyonu ve yoksullaşmayı geçici sonuçlar olmaktan çıkararak kalıcı bir düzene dönüştürmüştür. Bu ekonomik tablo, Türkiye’nin dış politikada ve savunma alanında dış baskılara daha açık hâle gelmesinin de temel nedenlerinden biridir.
Hukuk devleti: Fiilen ortadan kaldırılan güvence
Ekonomik çöküşle eş zamanlı olarak hukuk devletinin fiilen ortadan kaldırılması ise bu sürecin en ağır ve telafisi en zor boyutunu oluşturmaktadır. Yargının bağımsızlığını yitirmesi, hukukun siyasal ihtiyaçlara göre eğilip bükülmesi ve adalet mekanizmasının güvenilirliğini kaybetmesi, yalnızca bireysel hakları değil, devletin kurumsal kapasitesini de çökertmiştir. Hukuk güvencesinin olmadığı bir ülkede ne sürdürülebilir ekonomi, ne gerçek stratejik özerklik ne de sağlam bir ulusal güvenlik mümkündür. Türkiye bugün, ekonomik bağımlılıkla hukuki çöküşün birbirini beslediği bir kısır döngünün içine hapsolmuş durumdadır.
Delik hava sahası, çökmüş hukuk, kaybolan güven
Son dönemde Türkiye hava sahasının etkin biçimde korunamadığına dair ortaya çıkan tablo, yalnızca askeri değil, siyasal ve toplumsal düzeyde de ciddi bir korku ve güvensizlik yaratmaktadır. Ankara’ya kadar ulaşan ve yabancı ülkelerden geldiği belirtilen insansız hava araçlarının fark edilmemesi, ancak son anda etkisiz hâle getirilmesi, basit bir güvenlik zaafının ötesinde bir mesaj olarak okunmalıdır. Bu durum, Türkiye’nin hava sahasını kontrol edemediğinin hem dünyaya hem de kendi yurttaşlarına fiilen gösterilmesi anlamına gelmektedir. “Türkiye gerçekten korunuyor mu, yoksa korunuyormuş gibi mi yapılıyor?” sorusu bu noktada kaçınılmaz hâle gelmektedir.
Bu soruların sağlıklı biçimde tartışılamaması ise sorunun kendisinden daha vahimdir. Basın özgürlüğünün fiilen ortadan kaldırıldığı, gazetecilerin sorgulayıcı soru sormaktan çekindiği, haberin ve analizin cezalandırıldığı bir ortamda toplum gerçeklerle yüzleşememektedir. Bu sessizlik, Türkiye’yi “Orta Doğu karanlığı” olarak adlandırılan bir kaderden değil, giderek daha derin bir bataklıktan içeri çekmektedir. Hukukun keyfi biçimde uygulanması, yurttaşların haklarının, mallarının ve mülkiyetlerinin güvence altında olmaması yalnızca yabancı yatırımı caydırmakla kalmamakta; toplumun tamamında umutsuzluk, korku ve kalıcı bir güvensizlik duygusu yaratmaktadır. Güvenlik, ekonomi ve hukuk alanlarında yaşanan bu çözülme, Türkiye’nin bağımsızlık iddiasını söylem düzeyinde bırakmakta, gerçekte ise ülkeyi daha savunmasız hâle getirmektedir.
Meloni’nin uyarısı Türkiye için ne söylüyor?
Meloni’nin Avrupa için dile getirdiği “uyanma” çağrısı, Türkiye açısından sıradan bir uyarıdan çok daha fazlasıdır; bu, gecikmiş ama artık inkâr edilemeyecek kadar berrak bir teşhistir. Avrupa, geç de olsa kendi güvenliğini, kapasitesini ve sorumluluğunu tartışmaya başlarken, Türkiye aynı zaman diliminde bağımlılığını derinleştirmiş, stratejik manevra alanını daraltmış ve pazarlık gücünü büyük ölçüde yitirmiştir. Bugün gelinen noktada mesele yalnızca dış politika tercihleri değildir. Bu tablo, ekonomik bağımsızlığın aşınması, hukuk devletinin çökertilmesi, toplumsal bütünlüğün zedelenmesi ve ulusal egemenliğin fiilen zayıflaması anlamına gelen tarihsel bir kırılmayı açıkça göstermektedir.
Asıl tehlike ise bu kırılmanın inkâr edilmesi, eleştirinin bastırılması ve bağımsızlık söylemiyle gerçeğin örtülmeye çalışılmasıdır. Çünkü yüzleşilmeyen her bağımlılık, zamanla kader gibi sunulur. Oysa kader diye kabul edilen şey, çoğu zaman ertelenmiş bir sorumluluktan ibarettir. Bağımlılık kader hâline geldiğinde artık bir tercih değil, bir teslimiyet biçimi olarak anlatılmaya başlanır. “Başka yol yok”, “şartlar böyle”, “mecburuz” söylemiyle siyasal irade buharlaşır, sorumluluk ise belirsiz güçlere havale edilir.
3 Y: Yoksulluk, yasaklar, yolsuzluk
Bu noktadan sonra bağımlılığı yaratanlar görünmez olur; bedelini ödeyenler ise kalıcı hâle gelir. Yoksulluk, yasaklar, yolsuzluk güvensizlik, korku ve umutsuzluk sıradanlaşır. Toplum geleceğini tartışmayı bırakır, yalnızca hayatta kalmaya odaklanır. Egemenlik fiilî bir güç olmaktan çıkar, yalnızca törenlerde hatırlanan boş bir sembole dönüşür. Dış politika çıkar üreten bir alan olmaktan çıkıp başkalarının dayattığı şartları kabullenme pratiğine indirgenir. Savunma, ulusal planlamanın omurgası olmaktan çıkar; izin bekleyen, onay arayan bir prosedüre dönüşür. Ekonomi üretim ve kalkınmanın motoru olmaktan uzaklaşır, borç ve sıcak para bağımlılığına mahkûm edilmiş kırılgan bir döngüye sıkışır. Ve en vahimi, hukuk yurttaşı koruyan son sığınak olmaktan çıkar; iktidarın elinde şekillenen, güç sahiplerinin ihtiyaçlarına göre eğilip bükülen bir aygıta dönüşür.
İşte bu noktada ülkenin bağımsızlığı sessizce elden gider. Bunu söylemek karamsarlık değil, sorumluluktur. Uyarmak her aydının görevidir.
Niyazımızdır
Türkiye Cumhuriyeti ve onun insanları, en kötüsüne razı edilmek için değil; çoğulcu, demokratik ve seküler bir hukuk devleti içinde onurlu, güvenli ve özgür yaşamak için vardır ve buna layıktır. En kötüsüne değil. Hep birlikte daha iyi günler için dikkatli olmak, aklıselimi elden bırakmamak ve hakikatlerin üzerini küfürle, inkârla ya da korkuyla örtmekten vazgeçmek gerekmektedir. Herkesin aklını başına alması, gerçekle yüzleşmesi ve sorumluluktan kaçmaması artık bir tercih değil, tarihsel bir zorunluluktur.
Kaynaklar:



