Divan-ı Lûgâti’t-Türk’ün Bulunuş Hikâyesi

Kaşgarlı Mahmud tarafından Araplar’ın Türkçe öğrenmeleri amacıyla 1061 tarihinde yazılan, Türk kültür ve medeniyetimiz için önemli, tek nüsha eşsiz eser, Diyarbakırlı bibliyofil, Ali Emîrî’nin himmeti ve Muâllim Rifat Bilge’nin gayretli çalışmalarıyla ilim âlemine kazandırılmıştır.

Bugün tek nüshası İstanbul’daki Millet Kütüphanesinde olan Dîvânu Lugâti’t-Türk’ün bulunuşu, yayımlanması ve çevirisi, ilgi çekici olaylar dizisidir. Eserin bulunuşu tamamen bir rastlantı sonucudur. Kitap dostu Ali Emîrî’nin bilgisi, dikkati, kitap sevgisi ve çabaları olmasaydı eser bilgisiz ellerce belki de yok edilecek, dilimizin ve kültürümüzün en büyük hazinesinden mahrum kalacaktık.

Dîvânu Lugâti’t-Türk’ten ilk söz eden Antepli Aynî diye de tanınan Bedreddin Mahmud’dur. İkdü’l-Cuman fi Tarih-i Ehli’z-Zaman adlı eserinin birinci cildinde Kâşgarlı Mahmud’un eserinden yararlandığı görülmektedir. Aynî, yalnızca bu eserinde değil kardeşi Şahabeddin Ahmed ile birlikte yazdığı Tarihü’ş-Şihabî’de de Dîvânu Lugâti’t-Türk’ten yararlanmıştır. Daha sonra Kâtip Çelebi ünlü eseri Keşfü’z-Zünûn’da Dîvânu Lugâti’t-Türk’ü anmıştır.

Başka birkaç kaynakta daha anılan ve bilgilerinden yararlanılan Dîvânu Lugâti’t- Türk’ün varlığı bilinmekte ancak 1914 yılına gelinceye kadar tek bir nüshasına bile ulaşılamamaktaydı. Oysa Dîvânu Lugâti’t-Türk’ün bir nüshası eski Maliye Bakanlarından Nazif Bey’in kitaplığında bulunmaktadır. Türk dili ve kültürü bakımından önemini bilemeyen ancak değerli bir kitap olduğunu tahmin eden Nazif Bey, yakınlarından bir kadına kitabı verir ve:

-Bak sana bir kitap veriyorum. İyi sakla… Sıkıştığın zaman sahaflara götür. Altın para ile otuz lira eder, aşağıya verme! der.

Bir süre sonra paraya ihtiyacı olan kadın, kitabı Sahaflar Çarşısı’ndaki kitapçı Burhan Bey’e götürür ve otuz liraya satmak istediğini söyler. Dîvânu Lugâti’t-Türk gibi bir eser için otuz lira hiç de yüksek bir miktar değildir ama bu kitabın önemini ve değerini bilmeyenler için yüksek bir bedeldir. Burhan Bey, yüksek bir fiyatla alır diye kitabı Maarif Nazırı Emrullah Efendi’ye götürür. Nazır da kitabı İlmiye Encümenine havale eder. Kitabı incelemek için bir hafta süre isteyen Encümen, bir hafta sonra kitaba on lira değer biçer. Kitabın kendisinin olmadığını, sahibinin otuz liradan bir para bile aşağıya inmediğini söyleyince Encümendekiler :

-Biz otuz liraya bir kütüphane satın alırız. Al kitabını, istemiyoruz, diyerek kitabı Burhan Bey’e geri verirler.

İşte tam da o günlerde, ömrünü ve servetini kitaplara adayan, haftada birkaç kez Sahaflar Çarşısı’na uğrayıp, kitapçıları tek tek dolaşarak yeni bir şey olup olmadığını sormayı alışkanlık edinen Ali Emîrî Efendi, kitapçı Burhan Bey’in dükkânına uğrar. Ali Emîrî Efendi yeni bir şey olup olmadığını sorunca, Burhan Bey,

-Bir kitap var ama sahibi otuz lira istiyor, diyerek olanı biteni anlatır ve sürenin ertesi gün dolacağını, yaşlı kadının kitabı almaya geleceğini söyler.

Eline aldığı kitabın adını okuduğu anda Ali Emîrî Efendi, bayılacak gibi olur… Dünyada eşi benzeri olmayan, Türk dilinin en değerli eseri Dîvânu Lugâti’t-Türk’tür elindeki kitap… Otuz değil, otuz bin liraya bile değerdir bu kitaba. Kendisini hemen toparlayan Ali Emîrî Efendi, kesin alıcı görünmemek, kitapçıyı şımartmamak amacıyla:

-Dağınık bir eser… Acaba tamam mı değil mi? Yazarı da Kâşgarlı adlı bir adammış… Kimdir, necidir, belli değil… Sarı çizmeli Mehmet Ağa… Ama ne de olsa bir eserdir… Encümen on lira teklif etmiş, ben de on beş lira veririm… der. Burhan Bey:

-Kitap benim olsaydı verirdim. Sahibi mutlaka otuz lira istiyor Alacaksanız bir kadına iyilik etmiş olursunuz, almayacaksanız sahibine geri vereceğim, diye söyleyince Ali Emîrî Bey

-İşte şimdi işin şekli değişti… Bir kadına yardımcı olmak gerekir. Peki, kabul ettim, diyerek kitabı satın aldığını söyler ama yanında yalnızca on beş lira vardır. Eve gidip gelecek olsa kitabın bir başkasına satılması ihtimali bulunmaktadır. Paranın üstünü daha sonra vermek üzere kitabı almak istese kitapçı bunu kabul etmeyecektir. Kitabı bırakıp gitmek de istememektedir. Böyle karmaşık düşünceler içerisindeyken kitabı Burhan Bey’le birlikte bırakır, bir rivayete göre dükkânın kapısını kilitleyip anahtarı cebine koyar ve bir tanıdığa rastlamak umuduyla çarşıya çıkar. Birkaç dakika sonra eski Darülfünun edebiyat hocası Faik Reşat Bey ile karşılaşır. Hemen yanına koşar:

-Varsa, aman bana yirmi lira ver! der. Faik Reşat Bey’de on lira vardır, hemen onu verir. Geri kalanını getirmek üzere aceleyle evine gider. Ali Emîrî Efendi de Burhan Bey’in dükkânına döner ve gönül rahatlığıyla Faik Reşat Bey’i beklemeye koyulur. Burhan Bey şaşkın vaziyettedir. Kitabın önemli bir eser olduğunu o da anlamıştır artık…

Birkaç dakika sonra Faik Reşat Bey elinde on lira ile gelir. Ali Emîrî, otuz lirayı hemen verir ama Burhan Bey bir de bahşiş istemektedir. Üç lira da Burhan Bey’e verir ve Faik Reşat Bey ile birlikte dükkândan ayrılırlar, konuşa konuşa çarşıdan çıkarlar. Fakat Ali Emîrî’nin gözü arkadadır, Burhan Bey’in satıştan vazgeçip arkasından gelip kitabı istemesinden korkmaktadır. Kimsenin gelmediğinden emin olunca

-Oh… Elhamdülillah! diyerek evine gelir. Ne kadar değerli bir esere sahip olduğunu, kitabı incelemeye başladığında anlar. Dostlarına, arkadaşlarına kitabın değerini şöyle anlatır Ali Emîrî Efendi:
Bu kitap değil, Türkistan ülkesidir… Türkistan değil bütün cihandır. Türklük, Türk dili bu kitap sayesinde başka bir parlaklık kazanacak. Arap dilinde Sibeveyh’in kitabı ne ise bu da Türk dilinde onun kardeşidir. Türk dilinde şimdiye kadar bunun gibi bir kitap yazılmamıştır. Bu kitaba hakiki kıymet verilmek lazım gelse cihanın hazineleri kâfi gelmez… Bu kitapla Hz. Yusuf arasında bir benzerlik vardır. Yusuf’u arkadaşları birkaç akçeye sattılar. Fakat sonra Mısır’da ağırlığınca cevahire satıldı. Bu kitabı da Burhan bana otuz üç liraya sattı. Fakat ben bunu birkaç misli ağırlığında elmaslara, zümrütlere vermem…

Ancak, Dîvânu Lugâti’t-Türk’ün bulunduğu tarih konusunda kaynaklarda farklı bilgiler verildiğini de belirtmek gerekir. Bu bilgileri değerlendiren ve kaynaklardaki diğer verilerle yorumlayan Prof. Dr. Ali Birinci, Dîvânu Lugâti’t-Türk’ün eldeki tek nüshasının Ali Emîrî tarafından 1914 yılının ilk aylarında bulunmuş olduğu sonucuna ulaşmıştır.

Dîvânu Lugâti’t-Türk’ün Ünü Yayılıyor

Ali Emîrî Efendi’nin Dîvânu Lugâti’t-Türk’ü bulduğu ve satın aldığı haberi önce İstanbul’da sonra ülkede ve daha sonra da dünyadaki Türklük bilimi âleminde dalga dalga yayılmaya başlamıştı. Haberi duyan ilk kişilerden biri olan Ziya Gökalp çok heyecanlanmış, o heyecanla eseri görmek üzere soluğu Ali Emîrî’nin evinde almıştı ama kitaba gözü gibi bakan Emîrî:

-Şimdilik gösteremem, belki iki ay sonra olabilir, diyerek Ziya Gökalp’ı gücendirmişti.

Hemşehrisinden aldığı bu cevap üzerine Diyarbakır milletvekillerini Ali Emîrî Efendi’ye ricacı gönderen Ziya Gökalp, yine eseri görme emeline ulaşamayacaktır.

Ali Emîrî evine kapanmış gün boyu Dîvânu Lugâti’t-Türk’ü okumakta, akşamları da âdeti olduğu üzere uğradığı kıraathaneye gitmekte, gün boyu okuduğu kitaptan bilgileri ballandıra ballandıra dostlarına anlatmaktadır.

Ziya Gökalp’tan Sadrazam Talât Paşa’ya Dîvânu Lugâti’t-Türk’ü Yayımlatma Girişimleri:

Bulunuş öyküsü ve kitabın içeriği gazetelere haber konusu olmakta, herkes kitabı merak etmektedir. Orhon Yazıtları’nın okunuşuyla birlikte Türklere ait olduğunun ortaya çıkışından birkaç yıl sonra Türkçenin ilk sözlüğü Dîvânu Lugâti’t-Türk’ün bulunması, ülkede büyük bir sevinç yarattığı gibi Türkçenin köklü ve güçlü dil olduğu düşüncesi Türk toplumunun öz güveninin artmasını sağlamıştı. Yıllarca Türkçenin evde, sokakta, çarşıda, pazarda konuşulan dil olduğu; bilim, sanat, edebiyat ve öğretim dili olamadığı yolunda düşüncelerin ileri sürüldüğü bir ortamda Kâşgarlı Mahmud’un Türklerle ve Türkçeyle ilgili sözleri toplumda yayılıyor, Türkçeye bakış hızla değişiyordu. Türklere Türk adını Tanrı’nın verdiği, Türkçe öğrenmenin gerekliliği ve Türkçenin Arapça ile eş değerde dil olduğu konusundaki bilgiler millî bir dil ve edebiyat anlayışının yaygınlaşmasını da sağlamaktaydı.

Dîvânu Lugâti’t-Türk’ü gözü gibi koruyan Ali Emîrî Efendi, bir hafta sonra Kilisli Muâllim Rifat Bey’i evine davet eder. Kilisli Rifat Bey, Ali Emîrî’nin evine geldiğinde kitabın ortada olduğunu görür.

Ali Emîrî Efendi:

İşte Dîvânu Lugâti’t-Türk, buyurun mütalaa ediniz, diyerek eliyle kitabı gösterir. Kitabı inceleyen Kilisli Rifat Bey,

-Cenabıhak yayımlanmasını nasip etsin, deyince bu söz Ali Emîrî Efendi’nin çok hoşuna gider ve:

-Bu sözü başkasından duymadım, inşallah yayımlarız, tashihini de sen yaparsın. Rifat, bu kitap ne kadar yüksek dersek o kadar yüksek, ne kadar kıymetli dersek o kadar kıymetli… Fakat bunun mühim bir kusuru var. Kitabın şirazesi çözülmüş, formaları dağılmış, yaprakları karışmış, başı sonu belirsiz olmuş. Sayfalarının karşılığı yok, sayfa başlarında numara yok. Kitap tamam mı değil mi? Düzenlenmesi mümkün mü değil mi? Rifat, sana rica ediyorum. Her gün gel, bir iki saat bu kitap ile meşgul ol.

Kilisli Rifat bu teklifi seve seve kabul eder. Yaklaşık iki ay süresince her gün birkaç saat çalışarak, birkaç kez bir araya getirip düzen tutmadığını görerek yeniden düzenlemeye çalışan Kilisli Muâllim Rifat sonunda sayfaları tam olarak sıraya dizer ve eserin eksiksiz olduğu müjdesini Ali Emîrî Efendi’ye verir. Günlerdir bu müjdeyi bekleyen Ali Emîrî Efendi sevincinden ağlar ve evinin yarısını Kilisli Muâllim Rifat Bey’e vermeyi teklif eder… Kilisli bu teklifi kabul etmeyerek kendisine verilecek en büyük ödülün kitabın yayımlama izni olduğunu belirtince Ali Emîrî Efendi:

-İnşallah o da olur, fakat biraz sabrediniz, der…

Bu sözlerden kitabın yayımlanmasına razı olacağını anlayan Kilisli Rifat Bey araya hatırlı kişilerin girmesi durumunda Ali Emîrî Efendi’nin hayır diyemeyeceği düşüncesindedir. Araya öyle hatırlı kişi girmelidir ki Ali Emîrî Efendi hayır diyemesin…

Kilisli Rifat’ın Dîvânu Lugâti’t-Türk’ü gördüğü, dağılmış sayfaları topladığı haberinin duyulmasından birkaç gün sonra Ziya Gökalp Kilisli Rifat Bey’e gelir:

-Bahtiyar Rifat… Sen bu kitabı hem gördün hem okudun değil mi?

-Evet, gördüm de okudum da…

-Rifat, ben sevda bilmezdim. Fakat bu kitaba tutuldum. Görmek için ne yaptımsa
olmadı. Bu kitabı hem almalı hem de yayımlamalıyız. Bu hazinenin anahtarı senin elindedir. Gel bana yardım et, şu kitabı kurtaralım. Bütün Türklere armağanımız olsun. Haydi, bana çaresini söyle.

Aslında bir çaresini de bulmuştur Kilisli Rifat… Ali Emîrî Efendi’nin Talat Paşa’yı çok sevdiğini, ricacı olması durumunda ona hayır diyemeyeceğini bilmektedir. Ziya Gökalp, Talat Paşa’ya konuyu açarsa, Talat Paşa da Ali Emîrî Efendi’ye Dîvânu Lugâti’t-Türk’ün yayımlanması için izin vermesini rica ederse bu iş olacaktır… Ancak, Talat Paşa’nın Ali Emîrî’nin ayağına gitmesi mümkün değildir. Ali Emîrî’nin Babıali’ye veya merkeze çağrılması da hoş olmayacaktır. Sonunda Ziya Gökalp ve Kilisli Rifat Bey şöyle bir plan yaparlar:

Ali Emîrî Efendi, Adliye Nazırı İbrahim Bey’i de çok sevmekte, sık sık Koska’daki evine gitmektedir. Ramazan ayında oldukları için Adliye Nazırı İbrahim Bey’in, Ali Emîrî Efendi’yi iftara davet etmesi, Talat Paşa’nın da o akşam iftardan bir saat kadar sonra birkaç arkadaşıyla İbrahim Bey’i görmeye gelmesinin sağlanması konusunda mutabakata varırlar. Bu planı gerçekleştirmek üzere hemen harekete geçerler.

Birkaç gün sonra Adliye Nazırı, Ali Emîrî Efendi’yi iftara davet eder. Nazır, Ali Emîrî’yi her zaman olduğu gibi izzetü ikramla karşılar. Davetli, yalnızca Ali Emîrî Efendi’dir. Top atılır, iftar edilir. Ali Emîrî bundan sonra olanları şöyle anlatacaktır:

İftardan sonra konuşmaya daldık. Bir saat kadar zaman geçti. Derken ağası geldi. Efendim, Talat Paşa teşrif buyurdular dedi. İbrahim Beyefendi hemen karşıladı. Misafirleri bulunduğumuz odaya aldı. Gelenler Talat Paşa ile beş altı kadar arkadaşı idi. Ben bunlardan yalnız Talat Paşa’yı tanırım. Misafirler içeri girdikten sonra İbrahim Beyefendi misafirleri tanıtmaya başladı. Bu tanıtmadan sonra beni onlara tanıtmak için en yüksek metihlerde bulundu. Bu misafirler, Emîrî adını duyunca başta Talat Paşa olmak üzere birden ayağa kalktılar. İlk evvel Talat Paşa bana doğru yürüdü, geldi Hay üstad-ı muhterem, mübarek elinizi öpmekle kesbişeref etmek isterim. Müsaade buyurunuz dedi. Elimi tekrar tekrar öpmek istiyordu. Sonra ötekiler de öyle yaptılar.

Ben o gece belki otuz üç kere estağfurullah çektim. Ben istiğfar ettikçe onların aşkı artıyor, elimi bırakıp eteğimi öpmek istiyorlardı.

Bu istiğfar faslı bittikten sonra Talat Paşa ayağa kalktı Dîvânu Lugâti’t-Türk hakkında bazı malûmat vermemi rica etti. Ben de dilimin döndüğü kadar anlattım. Ben malûmat verdikçe onlar bayılıyorlardı. Sonra hepsi birden böyle bir kitaba malik olduğum için beni tebrik ettiler.

Talat Paşa tekrar ayağa kalktı:

-Üstad-ı muhterem, huzuru faziletinizde söz söylemeye utanırım. Fakat müsaadenizle arz etmek isterim ki kitapların da insanlar gibi tabii bir ömrü vardır. Bir kitap binlerce sene yaşayamaz, çürür, fena bulur. Kitapları yaşatmak için eskiden istinsah usulü varmış. Fakat bunun da faydası mahduttur. Medeniyet bunun için yegâne bir çare bulmuş, o da tabı usulüdür. Tabı sayesindedir ki bir kitap bin olur, on bin olur, yüz bin olur. Mademki Dîvân-u Lugâti’t-Türk büyük bir ehemmiyeti, kıymeti haizdir; o hâlde müsaade buyurun, bu kitabı her şeyden evvel bastıralım. Baş tarafına da nam-ı âlinizi koyalım. Bütün dünyaya yayılsın. Cihan size minnettar olsun. Bu lütfu bizden esirgemeyin…

Bu sözlerden Ali Emîrî Efendi çok memnun olur. Kitabın basılması için iki şartı vardır. Birincisi bu işi Kilisli Rifat’ın yapması, ikincisi de kitabın baskı süresince yalnızca Kilisli Rifat’ta kalması, başkasına verilmemesidir. Talat Paşa bu şartları hemen kabul eder ve Ali Emîrî Efendi ile aralarında şu konuşma geçer:

-Büyük üstad, bugün ne vazifede bulunuyorsunuz?

-Defterdarlıktan mütekâidim…

-Hayır, sizin gibi faziletli, tecrübeli bir zatın mütekait olmasına gönlüm razı olmaz. Elhamdülillah kemal-i afiyettesiniz. Daha senelerce çalışabilirsiniz. Üstad, Defterdarlık mı Valilik mi Şûrayı Devlet Âzâlığı mı, Nazırlık mı ne arzu buyurursunuz? Lütfen söyleyin şimdi burada tayin etmek için emrinize âmadeyim…

Ali Emîrî Efendi bu sözler karşısında duygulanır ve şu cevabı verir:

-Ben milletime edecek hizmeti yaptım… Bugün nazarımda hiçbir memuriyetin kıymeti yoktur. Teveccühünüze, lütfunuza teşekkür ederim…

Dîvânu Lugâti’t-Türk’ün İlk Yayımlanışı:

Birkaç gün sonra Ali Emîrî Efendi Dîvânu Lugâti’t-Türk’ü Kilisli Rifat’a şartlarını da söyleyerek verir. Kitap Kilisli Rifat’a geçtikten sonra Talat Paşa Ali Emîrî’ye “küçük bir mükâfat” olarak üç yüz lira gönderir. Ancak Ali Emîrî Efendi bu parayı kabul etmez. Bütün servetini Türk kültürünün kaynağı olan kitaplara harcayan Ali Emîrî Efendi, yayımlanmasından sonra Dîvânu Lugâti’t-Türk’ü hiçbir bedel istemeden kitaplığındaki diğer eserlerle birlikte kurduğu kütüphaneye bağışlayacaktır.

Dîvânu Lugâti’t-Türk’ün Kilisli Rifat tarafından yayımlanması Birinci Dünya Savaşı yıllarına rastlamıştır. Kâğıt ve mürekkep bulmak zordur… Basımevindeki harfler yıpranmıştır… Hatta baskı makinesi tekleyerek çalışmaktadır. İşte böyle bir ortamda Kilisli Rifat bu büyük eserin baskı işine girişmiştir.

Dîvânu Lugâti’t-Türk’ün başına bir iş gelir diye sağlam bir çanta alan ve bir buçuk yıl süren baskı işi süresince çantayı yanından ayırmayan Kilisli Rifat üç cilt hâlinde basımını gerçekleştirir.
Kilisli’nin yayımı aslında Dîvânu Lugâti’t-Türk’ün matbu olarak tıpkıbasımıdır ancak bu yayında dağınık sayfalar düzenlenmiş, eser bir araya getirilmiş, madde başları belirginleştirilmiş, harekesiz olan Arapça bölümler harekelendirilmiştir. Böylece Dîvânu Lugâti’t-Türk yazılışından yaklaşık sekiz yüz elli yıl sonra bu kez baskı makinesiyle basılarak çoğaltılır ve yok olmaktan kurtulur.

Sadi Bayram
Kilisli Muâllim Rifat Bilge ve Ötesi

Relevante Artikel

Back to top button
Cookie Consent mit Real Cookie Banner