
Balkan Harbi’nde Taşlıca Müfrezemizin Kötü Sonu Ve Avusturya’ya Sığınması
Viyana merkezli yayınevimiz „Neue Welt Verlag“ ve Yeni Vatan Gazetesi’nin birlikte yayınladığı Kırmızı Beyaz Kırmızı adlı eserin yazarı İsmail Tosun Saral’ın, “Balkan Harbi’nde Taşlıca Müfrezemizin Kötü Sonu Ve Avusturya’ya Sığınması“ başlığıyla toparladığı önemli makale şöyle:
İsmail Tosun Saral [1]
Balkan Harbi’nde Taşlıca Müfrezemizin Kötü Sonu Ve Avusturya’ya Sığınması
Günümüzde vatan sınırlarını belirtmek için “Edirne’den Ardahan’a kadar” tabirini kullanırız. Balkan Savaşı’ndan önce sınırımız Rumeli’ndeki Sancak Bölgesi’nin serhatti olan Taşlıca’dan (Plevlje) başlar Yemen’e kadar uzanırdı.
1912 yılı Nisan ayı sonlarına doğru Arnavutluk’ta isyan çıkmış, isyanı bastırmak için İstanbul’dan gelen 1’inci Tümen de isyancılara katılmıştı. Osmanlı Devleti’ndeki bu karışıklık ve anarşiden istifade eden dış düşmanlar ortaklaşa faaliyete başladılar. Karadağ askerleri sınırda kaleleri, karakolları kuşatıp top ateşi ile tahrip ediyorlardı. 29 Temmuz 1912’de Karadağ’ın müttefiki olan Katolik Arnavutlar (Malisörler), Tuz ve Gosine arasındaki Selçe sınır kalesini bastılar. Ardından İşkodra ve Tuz sınırındaki diğer karakollara saldırmaya başladılar. Yakaladıkları askerin elinden silahını alıp salıveriyorlardı. Böyle davranmalarının nedeni askerin moralini bozmaktı.[2]
7 Ağustos 1912 günü Karadağlılar gece Kolaşin[3] yakınlarındaki bir Türk karakolunu basarak 70 askerimizi şehit ettiler. [4] Sınırlarımızda anarşi hüküm sürerken 7 Ekim 1912’de Karadağlılar Gosine, Berane, Akova ve Moykovac’da sınırlarımızı geçtiler, 8 Ekim 1912 günü de resmen savaş ilan ettiler. O sırada, Osmanlı Komuta merkezinde bir kargaşa mevcuttu. Kimse ne yaptığını bilmiyordu. Yerel Müslüman halk da savaşmaya gönüllü değildi. İpek ve Yakova Redif Taburları bile toplanamıyor, savaş ilanı bile Müslüman Arnavutların akıllarını başlarına getiremiyordu.
Balkan Savaşı başladığında Senice’de Kurmay Binbaşı Ali Mümtaz Bey emrinde Senice ve Prepol Redif Taburları ve 60’ıncı Nizamiye Alayı ve Taşlıca’da ise Taşlıca Redif Taburundan oluşan bir müfreze bulunuyordu. 9 Ekim 1912 de savaş ilanını öğrenen Taşlıca Müfrezesi Komutanı Kurmay Binbaşı Ali Mümtaz Bey, üç tabur ve makineli tüfek bölüğüyle Prüncan yönüne hareket etti. Çünkü Karadağlılar Dara geçitlerine hâkim olan Uraşac karakolunu düşürerek Prüncan’a saldırmışlardı. Müfreze, çok yavaş bir yürüyüşle iki günde İşterina karakoluna geldi. 11 Ekim’de girdiği bir çatışmada bir kısım Karadağlı kuvveti Dara nehrinin öbür tarafına attığı halde, Kolaşin ve Akova’nın düştükleri haberini alınca, paniğe kapılarak 12 Ekim günü Taşlıca’ya geri döndü. Sonra eşraftan gelen uyarıları dikkate alarak 13 Ekim’de yanına Prepol Taburunu da alarak Mavçe’ye hareket etti ve 17-18 Ekim’de Kurupiça ve Gavane de Karadağlıların iki taburunu geri atmasına rağmen onları takip etmeyerek Mavçe’ye döndü. 21 Ekim 1912 de Karadağlılar çete muharebelerini arttırınca, Müfreze yeniden Taşlıca’ya çekildi.
Aslında Müfreze komutanı Kurmay Binbaşı Ali Mümtaz Bey 22 Ekim 1912 gecesi Senice’ye doğru yola çıkmış fakat Senice’nin düştüğüne dair aldığı yanlış haber üzerine, tekrar Taşlıca’ya geri dönüp hareketsiz bir şekilde kalmıştı. Halbuki, Senice düşmemişti. Bir Sırp Tugayı 24 Ekim günü Senice’yi almış, 26 Ekim’de Hisarcık’ı, 27 Ekim’de de direniş görmeden Prepol’u işgal etmişti. Aynı gün Karadağ sınırı tarafından Gradac’ta tüfek seslerinin işitilmesi üzerine, Bosna yolunun kesilmesinden korkan Kurmay Binbaşı Ali Mümtaz Bey, Nizamiye ve Anadolu askerleriyle Kavac’a geri çekildi. İkmal ve redif askerleri de dağılmışlardı. Bazı Sırp süvarileri Kavac’ta görülünce Müfreze Matalaka’ya çekilmiş, gece yarısına doğru 1360 asker 69 subayla Bosna’ya sığınmıştı. Savunmasız kalan Taşlıça 28 Ekim 1912 günü teslim olmuştu.
Taşlıca Müfrezesinin şehirden ayrılması üzerine canlarını tehlikede gören şehrin bir kısım Müslüman ahalisi de Bosna’ya sığındılar. 28 Ekim 1912 akşamı da Karadağlılar Taşlıca’ya (Plevlje) girerek şehri yaktılar.
Enterne Edilen İlk Türk Askerler Saraybosna’da
Türk subayları askerî yetkililere verdikleri ifadelerinde “ezici bir düşman kuvveti karşısında zor durumda kaldıklarını, Avusturya topraklarına sığınmaktan başka çarelerinin olmadığını” belirterek, “özellikle pusuya düşmelerine neden olan yerli Sırp halkın kötü davranışlarından” şikayet ettiler. [5]
Türk Askerleri Viyana’da [6]
Saraybosna talim alanında yenilen yemekten sonra 60 subay ve 900 nefer ile 400 nefer ve 20 subaydan oluşan iki Türk müfrezesi 17 vagonluk iki trene bindirilerek Viyana’ya yollandılar.
16 Kasım 1912 Cumartesi günü Türk müfrezesi silahsız olarak askerî inzibat nezaretinde Viyana Südbahnhof (Güney) İstasyonuna geldiler. Trenden inen Türkler 50 kişilik takımlar halinde istasyonun geniş bagaj bölümüne götürüldüler. Her takım arasında süngülü bir Avusturyalı asker bulunuyordu. İstasyonda bulunan bir çok Viyanalı yolcular da gelen Türkleri merakla seyrettiler. Bagaj bölümünde Türkler için dört ayrı yemek sofrası hazırlanmıştı. Yemek 1’inci Kale Topçu Alayı’ndan 12 asker tarafından dağıtıldı. Yemekten sonra Avusturyalı ve Macar subaylar onlara sigara ikram ettiler.
Askerlerimizin ne kadar bitkin ve çaresiz oldukları hemen görülüyordu. Ancak yüzlerinde daha fazla sıkıntı ve açlıktan kurtulmuş olmanın rahatı vardı. Kendilerine verilen yemekleri büyük bir iştahla yediler, çorbaları içtiler. Daha sonra 9 subay ve 530 erden oluşan diğer müfreze ise ayrı bir trene bindirilip Brod üzerinden bir süre istirahat edecekleri Estergon yakınındaki Macar şehri Komárom’a yollandılar. Savaşın sonuna kadar enterne edilerek ikamet edecekleri Miskolcz, Temesvár, Kosice (Kaschau), Kaposvár gibi Macar [7] şehirlerine, [8] Bohemya’daki Znaim, Reichenberg, Theresianstadt ve Josefstadt [9] şehirlerine sevk edildiler.[10]
Türklerin Viyana’ya gelişi halkın çok ilgisini çekti. Gazeteler devamlı olarak Türk askerleri ile ilgili haberler yazmaya başladılar. Avusturyalı meşhur gazeteci, yazar, müzik kritikçisi, Bühne Dergisi Başyazarı Hans Liebstoeckl (Viyana 26.2.1872- Viyana, 24.4.1934) “Taşlıca’da Son Türkler”i konu eden ayrıntılı bir yazı yayınladı: [11]
“5 Kasım 1912 günü Znaim ve Reichenberg’e giden 400 Türk askeri Viyana’dan geçtiler. Hikayeleri kısa ve yeterince basitti. Verdi’nin Aida operasında Habeş Kralının söylediği iki cümle Türklerin durumunu özetliyor: “Ben Savaştım ama Biz yenildik.” Taşlıca’nın iki bin müdafii yirmi beş gün ve gece son kurşununa kadar çarpıştıktan sonra bir muharebe meclisi topladılar. Onlar için iki ihtimal vardı. Ya Karadağlılara esir olacaklar ya da Avusturya Macaristan sınırını geçip enterne olacaklardı. İkinci ihtimali seçtiler. Çünkü savaşın vahşetini biliyorlardı. Kadınlar ve çocukları kurtarmak gerekiyordu. Kendilerini boşu boşuna feda etmenin faydası yoktu. Karanlık yağmurlu bir gecede şehitler gömüldü ve askerlerle siviller bir daha asla dönemeyecekleri Taşlıca’yı sessizce terk ettiler. Taşlıca onların evi, vatanı değildi. Savaş patlak verince onların kaderi de belli olmuştu. Devletin en uzak serhaddinde bulunuyorlardı. Onlar için her gün korku ve azap vardı. Savaş bütün şiddeti ile sürüyordu. Bitmiş, tükenmiş bir çok mülteci aç bilaç geliyorlar ve kötü haberler getiriyorlardı. Bütün küçük Müslüman köyleri birer birer düşman eline geçiyordu. Düşme sırası Taşlıca’ya gelmişti. Şiddetli yağmur görüşü engelliyordu. Gözcüler ufukta bir yerlerin yandığını görebiliyorlardı. Alevler gittikçe arttı. Gökyüzünü akşam kızıllığından daha koyu bir kızıllık kapladı. Sonra fırtınadan önce zuhur eden gök gürlemesi gibi avazlar ortalığı kapladı. Avazlar giderek yaklaştı. Taşlıca ölüyü bekleyen kazılmış bir mezar gibi kaderi ile baş başa idi. Neferler ve subaylar sessiz ve hüzünlü bir bekleyiş içindeydiler. Savunmak zorunda oldukları küçük bir vatan toprağında bütün dünyadan kopmuşlardı. Sultan bir bildiri yayınlamış ama o bildiri onlara ulaşmamıştı. Düşmanın yayınladığı manifestodan da haberleri yoktu. Düşmanın Hilâle karşı olduklarını biliyorlardı. Ancak, savaşa neden olacak olayları bilmiyorlardı. Kuru peksimet bitmek üzereydi. Tütün de azalmıştı. Her derde deva, hayatın zorluklarını unutturan, insanı güçlü kılan lezzetli Rakı da kalmamıştı. Günlerden bir gün düşman Taşlıca önlerine geldi. Önce Karadağlılar sonra Sırplar geldiler. Dağlar taşlar düşman askerlerle doldu. Tiz boru sesleri Türkiye için savaşmaya hazır Taşlıca’da duyulmaya başlandı. Bu bir ölüm ve ümitsizlik festivali idi. Slavlar şeytan gibi çarptılar. İlk saldırıları akamete uğratıldı ise saldırı hemen yenilendi. Bütün gece Taşlıca’da kimse gözünü kırpamadı. Sabah güneşi top sesleriyle karşılandı. Topların beyaz dumanı bütün şehrin üzerini ve dağı taşı kapladı. İleride süngüler parlıyordu. Ötede beri de çığlıklar ve zafer naraları duyuluyordu. Yaptıkları kötü, ümitsiz ve korkunç bir muharebe idi. Ölüler sağ da sol da gözleri açık olarak sırt üstü yatıyor, merhametsiz gökyüzüne bakıyorlardı. Kütüklüklerde mermi azalmış, Taşlıca’nın topları susmuştu. Cephane takviyesi isteniyor ama cephane verilemiyordu. Yirmi dördüncü günün sabahı son kurşun da atıldı. Şimdi bir tek çareleri kalmıştı. O da elde süngü ile düşmana saldırarak şehit olup bir destan yazmaktı. Fakat, Taşlıca’nın Son Türkleri destan yazmak istemiyorlardı. Vicdanları rahattı. Yapabileceklerinin en iyisini yapmışlardı. Eğer mühimmatları bitmeseydi daha da dayanabilirlerdi. Taşlıca’nın ardından yardım gelme ümidi de yoktu. Gıda ve malzeme sıkıntısı vardı, üstelik büyük Sultanda çok uzaklardaydı. Metalka’da (Metalaka) Avusturya-Macaristan sınırı göz kırpıyordu.
Taşlıca’nın düşüşü ile ilgili yukarıda anlatılan bilgileri bana 13’üncü Bölükten genç ve sempatik bir Teğmen olan Sadık Nazım Efendi verdi. İstasyon lokantasında bir kenarda bir binbaşı, iki üsteğmen, birkaç teğmen, bir eczası subay oturuyorlardı. İyi dikilmiş üniformalar giymişlerdi. Yakışıklı, güçlü ve kuvvetli gençlerdi. Biraz düşünceliydiler ama kayıtsız görünüyorlardı. Az sonra tren hareket edecekti Teğmen Nazım Efendi kırık Almancasıyla Räkanbeer ‘e gideceğinden mutlu olduğunu söyledi. Reichenberg demek istemişti. “Nasıl güzel bir yer mi?” diye sordu. “”Çok çok güzel” dedim. Teğmen gülümsedi. Yüzünden mutluluk belli oluyordu. Hemen haberi arkadaşlarına verdi. Onlar da bu haberden menün olduklarını başlarını hafifçe aşağı yukarı oynatarak ifade ettiler. Sadece binbaşı arada bir kalkıp büyük bagaj bölmesinde yemek yiyen askerlerine bakıp geliyordu. Bakışları teneke kaselerine konan çorbayı teneke kaşıkla içen ve et ve sebzeleri yine teneke çatalla yiyen bu zavallı şeytanlar üzerinde hüzünle dolaştı. Viyana’ya doğru gidecek trene bindiklerinde endişeleri giderildi. Sonradan öğrendiğime göre Almanca bilmediklerinden Viyana’da çok zorlanacaklarını, hatta bazıları Viyana’dan sonra geri gönderilebileceklerini veya Karadağlılara teslim edileceklerini düşünerek korkmuşlar. Çok şükür düşündükleri başlarına gelmedi. Türk neferler yemek yer iken cana yakın, göğsü madalyalarla süslü genç bir Avusturyalı yüzbaşı bölüme girdi ve bir masanın üstüne çıkarak emirler verdi. Sonra yemek yiyen Türkleri dikkatle inceledi. Türkler arasında iki çeşit asker tipi göze çarpıyordu. Bazılarında savaşın izi ve felaketi açıkça belli oluyordu. Toprak rengi asker elbiseleri yırtık pırtık ve kir pis içindeydi. Kalpakları veya fesleri tozlu veya çamurluydu. Tozluklar düşmüş, ayaklarda çizme yerine çarık vardı. Diğerlerinin üniformaları kusursuzdu. Üniformalar üzerinde cilalı düğmeler parlıyordu. Kıvırcık saçlı yuvarlak başlarında çok güzel ve zevkli Türk usulü kalpaklar vardı. İstasyonda ihtiyaç giderme zamanı buldular. Açlıklarını giderdikten sonra kendilerine ikram edilen sigaraları görünce yorgun ve donuk gözleri mutlulukla parladı. Neredeyse hepsinin yüzlerinde aynı kadere teslim olmanın ve savaşın sona ermesinden duyulan mutluluğun ifadelerini gördüm. Artık onlar bu uğursuz ve kanlı muharebe sona erene kadar emin ellerde olacaklardı. Taşlıca savunucuları ortalama olarak genç delikanlılardı. Hepsi cepheye yakın olan Makedonya vilayetlerinden askere alınmışlardı. Orta boyları ve özensiz halleriyle istasyonda tren bekleyen bir çok mahallî yolcuya tipik askerler ve savaşçılar kanısı vermediler. Bazıları esmer ve köylü görünümünde idiler Yüzlerinde sevecen bir gülümseme vardı. Bazıları ise daha sert görünüyorlar ve durumlarına lanet okuyorlardı. Yemekteki eti siyah, nasırlı ellerinin titreyen parmaklarıyla yediler. Ve ayrıca dokunaklı, duygulu, bilinçli genç insanlardı. Onlarda etrafta ne olduğunu bilmeyen ve dünyaya şaşkın gözlerle bakan insanların eksikliği, şaşkınlığı yoktu. Son günlerde neler neler yaşamışlardı. Yaşamla ölüm arasında kalan insanların yalvarmalarına ve sefaletine, olayların bu anlaşılmaz karmaşasına, korkulu beklentilere ve kanlı olaylara şahit olmuşlardı.
Viyana istasyonunda geçirdikleri bu saatler, muhtemelen sıkıntılı ve hayal kırıklığı ile dolu askerlik hayatlarının ilk huzurlu anlarıydı. Artık tekrar uyuyabilirler ve barış olana kadar dinlenebilirlerdi. Taşlıca’daki durumu anlatan genç teğmen gururla “Göreceksiniz gelecekler, Henüz barış ihtimali yok. Anadolu Alaylarımız henüz son sözü söylemedi” dedi. Anadolulu Alaylarla beraber olamayacağı için güzel ve sempatik yüzünde bir üzüntü belirdi. İstasyonun bagaj bölümünde bulunan neferler ise hiç üzüntü duymuyorlardı. Çünkü yeterince çarpışmışlardı. Ancak Taşlıcalı son Türkleri canlı tutan bir şey vardı. Çünkü muharebenin dehşetini üzerlerinden atmak için Bosna’da istirahat eden ailelerine Znaim’de ve Reichenberg’de yeniden kavuşacaklardı. Her şey eski günlerde kendi evlerinde olduğu gibi yeniden güzel olacaktı. Kötü iblisin Türk halkına getirdiği büyük gerilim ve dert giderilerek sakin ve rahat bir yaşam süreceklerdi. Öğle üzeri istasyonda gürültü azaldı ve istasyon boşaldı. İstasyonda Türkleri gören yolcular savaşın getirdiği dertler , endişeler üzerine aralarında konuştular. Hepsinin yüzlerinde aynı üzgün ifade vardı ve dudaklarında şefkat ve insanlıktan başka bir söz yoktu. Gelip geçen veya durup bir olayı seyreden Viyanalıların güzel bir özelliği de hassas ve sevgi dolu kalplerinin olmasıdır. “
Türk Askerlerin Yurtlarına Dönüşü [12]
1 Kasım 1912 gününden beri Reichenberg, Josefstadt, Znaim, Leutschau, Miskolcz, Ungvar ve Kaposvar’daki garnizonlarda tutulan 200 Türk subay ve eri ve iki lokomotifin çektiği uzun bir tren katarı ile Bohemya’da tutulan 26 subay ve 850 eri evlerine yollanmak üzere Viyana Südbahnhof tren istasyonuna getirildiler. 3 Temmuz 1913 Perşembe günü sabahın erken saatlerinde 20 subay ve er nezaretinde trenle Graz ve Marburg üzerinden Adriyatik sahilindeki liman şehri Fiume’ye hareket ettiler. Gelen Türkler hayli dinlenmiş görünüyorlardı. Neşelerinde yüzler gülüyordu. Graz istasyonunda Türklere kahve ikram edildi. 50 dakikalık bir beklemeden sonra Fiume’ye doğru hareket edildi. 5 Temmuz 1913 Cumartesi günü Fejérváry vapuru ile 6’ncı Avcı Taburu Komutanı Binbaşı İsmail Hakkı Bey komutasında yola çıktılar. Vapur yolcularını Gemlik limanında karaya çıkardı. Askerlerimiz enterne edilirken teslim ettikleri silah ve mühimmat temmuz ayı sonunda yetkililerimize iade edildi. [13] Bu sevkiyattan başka 4 Temmuz 1913 günü sabah 08’e doğru özel bir trenle Reichenberg, Znaim ve Josefstadt garnizonlarında enterne edilmiş olan 700 nefer, 40 subay, hekim ve askerî memur dan oluşan bir müfreze Türk daha Viyana’ya geldi. Türk askerlere 12’nci, 74’ncü, 94’ncü ve 98’nci Piyade Alaylarından seçilmiş 60 er refakat ediyordu. Südbahnhof tren istasyonunda Türkler kahve ikram edildi. Asker sevkiyatında görülen mutlu hava Türklerde görülmüyordu. Bilakis dokunaklı sahneler yaşandı. Örneğin Reichenberg’den gelen bir Redif eri istasyonda Josefstadt’tan gelen nizamiye neferi olan iki oğlu ile karşılaştı. Baba ve oğulları aynı trenle ama farklı vagonlarda gelmişlerdi. Türkler arasında bir çok yaşlı asker vardı. Bir jandarma neferi 60 yaşındaydı. Yolculuk sırasında bir Türk vefat etti. Bir çok Türk de hasta olarak battaniyeler sarılmış yatıyorlardı. Türk askerler savaşın son durumunu merak ediyorlar ve subaylarına devamlı sorular soruyorlardı. Südbahnhof’ta 50 dakika kaldıktan sonra tren Türkiye’ye doğru hareket etti. Ne yazık ki Türkleri orada kıskanılacak bir gelecek beklemiyordu. [14]
Temmuz 1913 itibariyle Avusturya Macaristan da enterne edilen bütün Türk askerlerinin maaş, bakım ve iaşe masrafı 53 000 Krona iken [15] Kasım ayında ise Türk Hükümetinden istenecek meblağ 850 000 Krona ulaşmıştı. [16] Gazetelerde devamlı olarak Türkler için yapılan bu masrafın nasıl geri alınacağını hususunda sorular sorması üzerine Malî bakımdan zor durumda olan Türk Hükümetinin bu meblağı ödemesi mümkün olmadığından meblağ Avusturya ve Macaristan arasında eşit olarak paylaşılarak tasviye edilmesine, Monarşi Millet Meclisinde millî savunma bütçesi görüşülürken karar verildi. [17]
Yüce Allah hepsinden razı olsun! Ben çoktandır razıyım. Hiç açılmamış bir kapıyı açtım. Umarım bu makale daha kıymetli akademik çalışmalara vesile olur.
Kaynaklar:
[1] Emekli İş Bankası Müdürü, araştırmacı yazar, Türk Macar Dostluk Derneği Başkanı, Macaristan Şovalyesi
[2] Fevzi Çakmak, Batı Rumeli’yi Nasıl Kaybettik? Yayına Hazırlayan: Ahmet Tetik, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011, s.113
[3] Kolašin, Kalaschin Karadağ’ın kuzeyinde bir şehir. Nüfusu 2.989 kişidir. Kolašin şehri ve çevresi Osmanlı devrinde Kolašin bölgesi olarak kullanılmıştır. Kolašin şehri, Osmanlı devrinin sonlarında Kosova Vilayeti sınırları içinde olmuştur.
[4] Bregenzer/Vorarlberger Tagblatt, 9.8.1912,s.1
[5] Pilsner Tagblatt , 24.10.1912,s.5 Türkische Soldaten in Sarajevo, Freie Stimmen, 25.10.1912,s.3
[6] Volksblatt für Stadt und Land, 10.11.1912,s.7
[7] Daha fazla bilgi için Düşünce ve Tarih Dergimizin Mayıs 2021 tarihli 80.sayısına bakınız.
[8] Czernowitzer Allgemeine Zeitung, 4.11.1912,s.2
[9] Pilsner Tagblatt, 7.11.1912,s.4
[10] Czernowitzer Allgemeine Zeitung, 4.11.1912,s.2
[11] Czernowitzer Tagblatt – 6.11.1912,s.1 Die letzten Türken von Plevlje, von Hans Liebstoeckl
[12] Grazer Tagblatt, 4.7.1913,s.18
[13] Arbeiterwille, 4.7.1913,s.7
[14] Arbeiterwille, 5.7.1913, s.7 Durchfahrt der türkischen Soldaten
[15] Arbeiterwille, 4.7.1913,s.7
[16] Kärntner Zeitung, 20.11.1913, s.3 Unsere Ausgaben für die türkischen Kriegs
gefangenen.
[17] Salzburger Chronik für Stadt und Land, 21.11.1913,s,1