Tagşiş Lahmacun: Türkiye´de tuhaflık bir şekilde aşılmazsa bu ülkenin çölleşmesi, kuraklaşması, çürümesi daha da artacak

Türkiye tarihsel olarak sınıfsal çelişkilerin böylesine keskinleştiği ama bunun siyasete neredeyse hiçbir şekilde yansımadığı bir tuhaflığı daha önce hiç görmedi.

Maliye ve ekonomi uzmanı Yardımcı Doçent Fatih Yaşlı Sol Gazetesi’nde kaleme aldığı, „Faiz, devalüasyon, tağşiş: Lahmacunun çok görüldüğü hayatlar.“ başlıklı analizinde dikkat çeken şu tespitte bulundu:
       „Türkiye tarihsel olarak sınıfsal çelişkilerin böylesine keskinleştiği ama bunun siyasete neredeyse hiçbir şekilde yansımadığı bir tuhaflığı daha önce hiç görmedi. Eğer bu tuhaflık bir şekilde aşılmazsa bu ülkenin çölleşmesi, kuraklaşması, çürümesi daha da artacak. Buradan kurtulmaya dair bir irade gelişmedikçe ve tepeden sınıf saldırısına maruz kalanlar buna aşağıdan bir yanıt vermedikçe bu düzen emeğiyle geçinenlere bir lahmacunu bile çok görecek, onu asgari bir hayata, yaşamaktan başka her şeye benzeyen bir yaşama biçimine mahkûm etmeye devam edecek.“

Fatih Yaşlı’nın 1980 darbesinden 43 yıl geçtikten sonra bu  sarsıcı gözlemini tarihe not düşülmüş bir analiz ve gözlem olarak okuyucularımızın dikkatine sunuyoruz:

„Faiz, devalüasyon, tağşiş: Lahmacunun çok görüldüğü hayatlar.“

Fatih Yaşlı

Yıl 1979… 12 Eylül darbesine bir yıldan biraz daha fazla bir vakit var. TÜSİAD, iktidardaki Ecevit hükümetine karşı gazetelere arka arkaya ilanlar veriyor. İlanlarda doğrudan Ecevit hedef alınmıyor ama Türkiye kapitalizmine yeni bir rota aranıyor. Mevcut birikim modelinin sonuna gelindiğini ve yaşanan krizin “ithal ikameci birikim rejimi” ile aşılamayacağını anlayan Türkiye sermaye sınıfı ihracata dayalı bir birikim modeli, liberalize edilmiş bir ekonomi istiyor.

Peki Türkiye sermaye sınıfı bu kadar radikal bir değişim talebinin olağan yollardan mümkün olmadığını, emek hareketinin ve solun böylesine güçlü olduğu bir konjonktürde reel ücretleri aşağı çekmeye, emek maliyetlerini düşürmeye ve kemer sıkmaya dayalı böylesi bir programın yürürlüğe konulamayacağını bilmiyor mu?

Elbette biliyorlar, o yüzden de darbeyi çağırıyorlar. Liberalizme ancak olağanüstü bir rejimle, askeri bir diktayla geçilebileceğinin farkındalar, o yüzden ellerini ovuşturarak 12 Eylül’ü bekliyorlar. O yüzden 12 Eylül bir sermaye darbesi olarak şekilleniyor, her şeyden önce işçi sınıfına ve sola vuruyor.

Aynı yıl, yani 1979’da Yalçın Küçük’ün “Bir Yeni Cumhuriyet İçin” adlı kitabı yayınlanıyor. Sermaye sınıfı darbeyi çağırırken, Küçük de gelmekte olanı görüyor. Kehanet niteliğinde bir öngörüyle askerlerin “Erbakan’ı siyaset sahnesinden silip Erbakan’ın temsil ettiği İslamcı dinsel politikayı daha yoğun bir biçimde” uygulayacaklarını söylüyor. Bunun nedenini ise şöyle açıklıyor:

„İnsanlar her gün lahmacunu kolay kolay kabul etmezler. Gerçekten güzel insanlar güzel şeylere layıktır. Ancak Türkiye’nin kapitalizmi, bundan sonraki dönemde işçi ve emekçiye yalnızca lahmacun vaat edebiliyor. Amma bunun da tek başına yetmeyeceğini bilmektedir. Bu yüzden lahmacunla birlikte işçi ve emekçiye bir de ‘öbür dünya’ vaat edecek. Öyleyse, Türkiye kendi iç dinamiğiyle, daha aşırı bir dinselliğin baskısı altına girecek.“

Sahiden çok geçmeden patronların çağırdığı ve Küçük’ün gelişini haber verdiği hadiseler yaşanıyor: Önce klasik IMF programlarının çok ötesine geçen ve ülkeyi ihracata dayalı birikim modeline geçiren 24 Ocak Kararları açıklanıyor, ardından bu kararların olağan koşullarda hayata geçirilemeyeceği görülünce sermaye darbesi, yani 12 Eylül geliyor. 12 Eylül sendikaları kapatıyor, grevleri yasaklıyor, ücretleri, alım gücünü aşağıya çekiyor ve kemer sıktırdığı halka teselli olarak “öbür dünya”yı vaat ediyor. Türk-İslam sentezinin, tarikatların, cemaatlerin, zorunlu din derslerinin, yeşil sermayenin önü açılıyor.

12 Eylülcülerin açtıkları kapılardan kimlerin girdiğini biliyoruz ama içinde yaşadığımız için bazen unutabiliyoruz, yabancılaşabiliyoruz; darbe gerçekleşeli tam kırk üç yıl olmuş ve bu kırk üç yılın yirmi biri AKP’yle geçmiş, üstelik bu yirmi bir yılın üzerine bir beş yıl daha kazanılmış. AKP, 12 Eylül’ün ürünü, devamı ve mantıksal sınırlarına götürülmüş halidir derken slogan atmıyoruz, hakikati söylüyoruz. Neoliberalizm, Türk-İslam sentezi ve despotizm… 12 Eylül’ün kırk üç yıldır sürdüğünü görebiliyoruz.

Tağşiş edilmiş lahmacun

İşte geçtiğimiz günlerde, sonradan tepkiler üzerine geri çekilse de bu sürekliliğe uygun şekilde bir “lahmacun talimatnamesi” yayınlandı. Talimatnamede “pide, lahmacun, börek harcı gibi ürünlerde kanatlı eti ve sakatat tespit edilmiş olması durumunda, resmi kontrol sonucunun tağşiş olarak değerlendirilmemesi” gerektiği söyleniyor ve cezalar da buna göre düzenleniyordu. Yani 12 Eylül’den kırk üç yıl sonra Türkiye sermaye sınıfı çalışanlara bir lahmacunu bile çok görüyor, lahmacunun içine kırmızı etten çekilmiş kıymanın dışında kanatlı hayvan eti ve sakatat da eklenebileceğini, bunda bir sakınca olmadığını söylüyordu. Gelinen nokta tam olarak burasıydı.

Şimdi bu talimatnamedeki “tağşiş” sözcüğünün anlamına bakalım, çünkü burada son derece ironik bir durum var. Tağşiş değerli madenlerin içerisine değersiz maden katarak değerini düşürme anlamına gelir. Osmanlı’da, kâğıt paranın henüz kullanımda olmadığı zamanlarda, enflasyon arttığında, altın paranın içerisine gümüş ya da daha değerli madenler katılır ve değeri düşürülürdü, çünkü piyasaya daha fazla para sürmek gerekirdi. İşte bugün, öyle bir enflasyon yaşıyoruz ki, bir yandan TL’nin değeri düşüyor, bir yandan lahmacunun içerisine tavuk eti ve sakatat koymak serbest bırakılıyor. Çünkü artık Türkiye kapitalizmi, yoksullaştırdığı kitlelere tağşişe uğramamış bir lahmacun dahi sunamıyor, dört kişilik bir aile sadece lahmacun yemek için dahi bir lokantaya gitse, başına gelecekleri biliyor.

Enflasyon dedik, oradan devam edelim. Haftalardır bu köşede Mehmet Şimşek-Hafize Gaye Erkan ikilisinin temsil ettiği yeni ekonomi politikalarını anlatıyoruz. Bu ikilinin “enflasyonla mücadele” adına bir tür adı konulmamış IMF programı izleyeceğini, faizleri yükseltmekten başka çareleri olmadığını, bunun da yoksulluğun yanına işsizliğin eklenmesi anlamına geleceğini söylüyoruz.

İkilinin ilk adımı bu hafta geldi ve Merkez Bankası politika faizini yüzde 8,5’ten yüzde 15’e çıkardı. Bu artış piyasaların beklediği ölçüde yüksek değildi, hayal kırıklığı da yarattı ama yapılan şey bir beceriksizliğin ya da iş bilmezliğin ürünü değildi. Bilakis, kurların yükselmesi ve TL’nin biraz daha değer yitirmesi için faiz artışı sınırlı tutuldu. Peki neden? Neden Türkiye kapitalizminin yaşayabilmesi için TL’nin düzenli olarak değer kaybetmesi gerekiyor, Türkiye kapitalizmi neden süreklileşmiş devalüasyon politikalarına ihtiyaç duyuyor?

Bu sorunun yanıtını yine 24 Ocak Kararları’na ve 12 Eylül’e dönerek vermek gerekiyor. Türkiye kapitalizmi ihracata yönelip uluslararası pazarlarda faaliyete geçtiğinde bunun ancak “fiyat rekabeti” üzerinden mümkün olabileceğini biliyordu. İşte bunun için de iki şeye ihtiyaç vardı: Emek maliyetlerinin azaltılması, yani ücretlerin reel olarak aşağıya çekilmesi ve TL’nin değerinin düşük olması. Bu ikisi düşük oldukça Türk ürünleri de daha ucuz olacak ve daha çok alıcı bulacaktı.

“Bugün hala 12 Eylül rejiminin içerisinde yaşıyoruz” demek, bugün hala 12 Eylül’ün ekonomi-politiğinin içinde yaşıyoruz demektir. İşte Şimşek de her ne kadar kurlardaki artışın “enflasyonla mücadele”ye sekte vuracağını bilse de önceliği ihracata ve oradan gelecek gelirlere verdi, kısa vadede enflasyonu artıracak olsa da ihracat gelirlerini artırarak tamtakır olan döviz kasasını biraz da olsa doldurabileceğini düşündü ve kurları saldı.

Peki “kurları salma”nın sonuçları ne olacak? Öncelikle hepimiz son bir ay içerisinde dolar bazında yoksullaşmış olduk, daha zamlı halini bile görmediğimiz ücretlerimiz dolar bazında eridi gitti, tüm ürünlere gelecek zamlarla ve artacak enflasyonla birlikte daha da yoksullaşacağız. Bu birincisi. İkincisi, kurdaki her artış döviz cinsinden borçları katladı ve o borçları da eninde sonunda biz ödeyeceğiz. Üçüncü olarak ise Kur Korumalı Mevduat’ta bulunan hesaplara kur artışı üzerinden ödeme yapıldığı, bunu da Hazine yaptığı, Hazine de parayı vergi olarak halktan aldığı için bir grup rantiyere devasa servet transferi yapmaya devam edeceğiz.

Dolayısıyla “yoksullaştıran büyüme” de Türkiye sermaye sınıfının çıkarlarını gözetiyordu, Şimşek’in “yoksullaştıran küçülme” programı da aynı sınıfın çıkarlarını gözetiyor. Şu an yaşadığımız şey sermaye sınıfının halka yönelik tepeden bir sınıf saldırısıdır ve o saldırı aşağıdan yukarıya servet transferi anlamına gelip zengini daha zengin yoksulu daha yoksul yapmakta, halkımıza lahmacunu dahi çok görmektedir.

Erdoğan geçtiğimiz günlerde Türkiye İhracatçılar Meclisi’nde yaptığı konuşmada „Siyasi mücadelemiz boyunca ihracatçılarımızı hep yol, dava, kader arkadaşlarım olarak gördüm“ derken haklıydı ve orada sadece MÜSİAD’i, KOBİ’leri, taşra sermayesini kast etmiyordu. AKP iktidarını Türkiye’nin ihracatçı sermayesi iş başına getirdi, bugün TÜSİAD-MÜSİAD birlikte ayakta tutuyor. Çünkü köleci emek rejiminin meşruiyeti ancak tevekkülle, ancak öbür dünya vaadiyle sağlanabilirdi. AKP, Türkiye kapitalizminin 12 Eylül’den beri aradığı iktidardı, o da şimdiye kadar sermayenin bütün fraksiyonlarını memnun etmeyi, bir arada tutmayı, sermaye düzeninin bekasını tesis etmeyi başardı. Türkiye kapitalizminin ihtiyaçları, yönelimleri ve ihtirasları ise bize daha fazla yoksulluk, daha fazla gericilik, daha fazla milliyetçi hamaset olarak geri döndü.

Türkiye bugün bir emek cehennemi ise, sendikasız, güvencesiz, asgari ücretle çalışma norm haline gelmişse, dincilik ve milliyetçilik halkı esir almış, aklını iğdiş etmiş, onu ahmaklaştırmışsa ve toplum hızla çözülüyor, çürüyor ve sürüleşiyorsa, bunun gerisinde Türkiye’nin sermaye düzeni, Türkiye sermaye sınıfı ve onun adına hareket eden sağ siyaset/düzen siyaseti var.

Türkiye tarihsel olarak sınıfsal çelişkilerin böylesine keskinleştiği ama bunun siyasete neredeyse hiçbir şekilde yansımadığı bir tuhaflığı daha önce hiç görmedi. Eğer bu tuhaflık bir şekilde aşılmazsa bu ülkenin çölleşmesi, kuraklaşması, çürümesi daha da artacak. Buradan kurtulmaya dair bir irade gelişmedikçe ve tepeden sınıf saldırısına maruz kalanlar buna aşağıdan bir yanıt vermedikçe bu düzen emeğiyle geçinenlere bir lahmacunu bile çok görecek, onu asgari bir hayata, yaşamaktan başka her şeye benzeyen bir yaşama biçimine mahkûm etmeye devam edecek.  ( Kaynak Sol Gazetesi, Fatih Yaşlı)

Relevante Artikel

Back to top button
Cookie Consent mit Real Cookie Banner